Notifications
Clear all

İstanbul'da Gezilcek Sarayların Listesi

1 Posts
1 Users
0 Reactions
401 Views
(@turistcocuk)
Posts: 535
Member
Topic starter
 

Dolmabahçe Sarayı

Tarihi Karaköy Semtinden, Beşiktaş İlçesi’ne doğru sahil yolunu takiben gittiğinizde, sol kolunuzdaki Beşiktaş Jimnastik Kulübüne ait “İnönü Stadyumu” isimli yapının çapraz karşısında kalan ve denize nazır konumlandırılmış devasa yapı “Dolmabahçe Sarayı” isimli tarihi binadır.

Marmara Denizi ile İstanbul Boğazı’nın buluştuğu noktaya sahildar olan “Dolmabahçe Sarayı”, otuz birinci Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecit döneminde, on sekizinci asrın ikinci çeyreğinde inşa edilmeye başlanmıştır.

Dolmabahçe Sarayı ana hatları ile üç bölümden teşkil edilmiştir. Bu bölümlerden ilki, “Mabeyn-i Hümayun” olarak adlandırılan “selamlık” bölümüdür. Sarayın bu kısmında padişahlar tarafından devlet yöneticileri ve yabancı devlet adamları ile elçiler kabul edilirdi.

Dolmabahçe Sarayı’nın ikinci kısmı ise “Muayede Salonu” adı ile isimlendirilen “Tören Salonu” kısmıdır. Bu bölümde “Devleti-i Aliye” ile alakalı tüm resmi merasimler icra edildiği gibi, yabancı ülkelerin resmi davetlileri şerefine yemekler de tertip edilirdi.

Dolmabahçe Sarayı’nın üçüncü ve son bölümü ise “Harem-i Hümayun” yani “Harem Dairesi” olarak bilinen kısmıdır. Padişahın ailesine ve özel yaşamına ayırdığı tüm zaman Harem-i Hümayun’da geçmektedir.

Dolmabahçe Sarayı’nın “ana yapısı” olarak nitelendirilecek bölümü bodrum katı ile birlikte toplam üç kattan meydana gelmiştir. Eğer harem dairelerinin bulunduğu kısımda düşünülürse, “musandıra“ olarak tabir edilen tavan arası katı ile beraber dört kattan oluştuğu söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde inşa edilmiş olan “Dolmabahçe Sarayı”, genel itibarı ile batı mimarisinin etkisi altında kalınarak yapılmıştır. Fakat iç dizayn açısından da klasik “Türk Evi” palının devasa biçimde uygulanmış halini andırmaktadır. İskelet olarak nitelendirilen dış kısmı yığma taşlardan yapılırken, odaları, salonları ve diğer kısımları birbirinden ayıran iç kısımlardaki duvarlar tuğla kullanılarak inşa edilmiştir. Yer döşemeleri ise ahşap sanatının nadide örneklerindendir. Kırk beş bin metrekarelik kapalı alana inşa edilmiş olan “Dolmabahçe Sarayı”, iki yüz seksen beş oda, kırk dört salon ve altı hamamdan oluşmuştur. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ise “Dolmabahçe Sarayı” elektrik ve kalorifer tesisatına kavuşmuştur.

Devlet işlerinin tamamının yürütüldüğü “Mabeyn-i Hümayun” bölümü tüm ihtişamı ile Dolmabahçe Sarayı’nın en görkemli bölümünü oluşturmaktadır. Hükümdarın ziyaretçilerini huzuruna kabul ettiği “kırmızı oda”,  protokolün üst katlara çıkmasını sağlayan kristal merdiven, yabancı ülkelerden gelen elçilerin ağırlandığı “Süfera Salonu”, Sarayın hemen girişinde “Medhal Salon” isimli kısım,   hiçbir ayrıntıdan ve lüksten kaçınılmadan dekore edilmiştir.

Dolmabahçe Sarayı’nın üst kısmında bulunan “Zülvecheyn Salonu” ise hükümdarın Mabeyn-i Hümayun’da kendine ayırmış olduğu odaya geçiş yapmasını sağlayan bir geçit konumundadır. Padişahın gündelik yaşamında kullandığı bu bölümde, Mısır’dan getirtilmiş ihtişamlı hamam, çalışma, dinlenme ve yemek odaları bulunmaktadır. Ayrıca Sultan Abdülmecit’e ait kütüphanede işçiliği, kullanılan malzemeleri ve içerisindeki kitapları bakımından ziyaret edilmesi gereken özelliktedir.

Harem-i Hümayun” ve “Mabeyn-i Hümayun” bölümlerini birbirinden ayıran Muayede Salonu ise, Dolmabahçe Sarayı’nda ihtişamın doruklara ulaştığı kısımdır. İki dönüm üzerine kurulu olan salonda; elli altı sütun, otuz altı metrelik bir kubbe ve kubbede asılı dört buçuk tonluk İngiliz imalatı bir avize bulunmaktadır.

Dolmabahçe Sarayı”, Her ne kadar batı etki etkisi altında inşa edilmiş bir saray olsa da “Harem Dairesi”    bölümü, tarih boyu yapılmış olan Osmanlı Saraylarındaki gibi mahremiyete uygun olarak tasarlanmıştır. Lakin yine de klasik Osmanlı saray mimarisinin aksine, sarayın dışında inşa edilmemiştir.

Dolmabahçe Sarayı, On dokuzuncu yüzyılın başlarından, hilafetin kaldırıldığı 1924 senesine kadar altı Osmanlı hükümdarının hizmetinde kullanılmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra 1927 senesinden, 1949 senesine kadar Cumhurbaşkanlığı makamı sıfatı ile hizmet vermiştir.  Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olan büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, takvimler 1938 senesinin 10 Kasım’ını gösterene dek çalışmalarını Dolmabahçe Sarayı’nda sürdürmüştür. 1984 senesinde alınan kararla halkın ziyaretine açılan Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Atatürk’e ait onlarca hatıra bulunmaktadır.

Pazartesi ve Perşembe günleri haricinde her gün sabah 08.30, akşam 16.00 saatleri arasında açık olan Dolmabahçe Sarayı’nın bilet fiyatları ziyaret edilecek bölüme göre değişiklik göstermektedir.  Dileyen ziyaretçiler “ortak bilet” alarak tüm bölümleri ziyaret edebilir.

 

Tekfur Sarayı

Yedi tepesi ayrı güzel İstanbul Şehrinin, Fatih İlçesi sınırları içerisinde kalan Edirnekapı Semti’nde; kara surlarına bitişik olarak inşa edilmiş, konum olarak Edirnekapı ve Eğrikapı arasında kalan kalın duvarlı saray “Tekfur Sarayı” olarak isimlendirilir.

Tekfur Sarayı’nın ne zaman ve kimler tarafından inşa edildiği konusunda net bir bilgi bulunmamaktadır. Bazı tarihi kaynaklarda, İsa’nın doğumundan sonra onunu asırda Bizans İmparatoru Porfirogenetos emri ile yaptırıldığı ve arka kısmında bulunan büyük sarayın ek binası olduğu savunulmaktadır. Bu bilgiyi reddeden diğer tarihi kaynakların görüşü ise milattan sonra on üçüncü ve on dördüncü asırlarda “Blakhernai Sarayı” olarak bilinen sarayda yaşayan hizmetkarların ikamet etmesi için yapıldığı yönündedir.

İstanbul’un Fatihi, Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethedilmesinden sonra “Tekfur Sarayı”, on yedinci yüzyılın sonlarına kadar metruk şekilde kalmıştır. On yedinci asrın sonlarında ise Tekfur Sarayı’na hayvanat bahçesi kurulmuştur. İstanbul şehrine gezgin olarak gelen John Sanderson’un rivayetine göre ise kendinden kırk yıl evvel gelen “Busbecq”, buradaki hayvanat bahçesinde bulunan zürafayı görmek istemiş fakat zürafa birkaç gün önce öldüğünden dolayı dünyada hiçbir ülkede göremediği bu canlıyı görmek ve merakını gidermek için zürafanın mezarını kazdırmak sureti ile merakını nihayetlendirmiştir.

On sekizinci yüzyıl başlarında seramik atölyesi olarak kullanılan “Tekfur Sarayı”, on dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren cam ve cam ürünleri imalathanesine dönüştürülmüştür. Dünyaca ünlü “kaşıkçı elması” ise “Tekfur Sarayı” çöplüğünde bulunmuştur.

Günümüzde ise yeni tarihi olaylara şahitlik etmek amacı ile Tekfur Sarayı’ndaki arkeolojik kazılar sürmeye devam etmektedir.

 

Topkapı Sarayı

İstanbul’a geldiğinizde yolunuz tarihi Eminönü semtine düşerse, mutlaka otobüs duraklarının yanında bulunan teknelerden, yılların lezzetini eskitemediği “balık ekmek, turşu suyu” menüsünü tatmanızı tavsiye ederiz. Yemeğinizin bitmesinin ardından hemen karşınızda kalan alt geçitten muhtemel kalabalığı yararak karşıya geçtiğinizde, sol tarafınızda kalan Yeni Cami’nin önündeki güvercinlere yem atmayı da unutmayın J Ardından tramvay yolunu takiben Sultanahmet semtine doğru yürüdüğünüzde, yine solunuzda kalan Gülhane Parkı’nın az ilerisindeki dört yoldan sola doğru devam etmeniz durumunda karşınıza geçen yıllara inat bütün ihtişamı ile “Topkapı Sarayı” çıkacaktır.

Gözlerinizi alamayacağınız “Topkapı Sarayı”, yüzlerce kez kuşatılmış fakat ender komutanlara yar olmuş İstanbul şehrinin Osmanlı İmparatorluğu yönetimine  geçmesi ardından İkinci Mehmet (Fatih Sultan Mehmet) tarafından yaptırılmıştır. Takvimler 1460 yılını işaret ederken inşasına başlanmış ve on sekiz yıllık bir çalışma sonucu 1478 yılında bitirilmiştir. Uzun yıllar Osmanlı padişahlarının ikamet ettiği yer ve Devleti Aliye’nin (Osmanlı Devleti’nin) yönetim merkezi olan “Topkapı Sarayı”, on dokuzuncu yüzyıla kadar padişahlara ev sahipliği yapmaya devam etmiştir. 1850’li yıllara gelindiğinde ise Topkapı Sarayı’nın devlet ile alakalı tören ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz olması nedeni ile şimdiki Beşiktaş İlçesi’nde bulunan ve bulunduğu semte adını veren “Dolmabahçe Sarayı” Devleti Aliye’nin yeni yönetim merkezi olmuştur. Lakin Dolmabahçe Sarayı’na imparatorluk hazinesi, mukaddes emanetler ve saltanatın tarihini belgeleyen arşivler taşınmamış ve Fatih Sultan Mehmet’ten emanet Topkapı Sarayı’nda saklanmaya devam etmiştir. Ayrıca zaman zaman devlet ile ilgili törenlerde Topkapı Sarayı’nda yapılmaya devam etmiştir. 1922 senesinde kaldırılan monarşik rejimin ardından Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ile “Topkapı Sarayı”, müze haline getirilmiştir.

İstanbul’u fethetmesi ile bir çağ açıp diğerini kapayan Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinin ardından bugün Fatih Belediyesi sınırları içinde kalan Beyazıt semtine, İstanbul Üniversitesi Ana Kampüsü’nün bulunduğu yerde sonraları “Eski Saray” olarak adlandırılacak bir saray inşa ettirmiştir. “Eski Saray” olarak isimlendirilen yapının inşasının tamamlanması ardından önce “Çinili Köşk”, ardından da “Topkapı Sarayı” inşa ettirilmiştir. Fatih Sultan Mehmet tarafından Topkapı Sarayı’na Osmanlıca “Saray-ı Cedid” (Yeni Saray) adı konulmuştur.  Fatih Sultan Mehmet’in ardından Birinci Mahmut döneminde Bizans Surları’na yakın sayılabilecek bir konuma inşa ettirilen ve önünde “selam topları” bulunan ahşap bir sahil sarayı yaptırılmıştır. Bu ahşap saraya verilen “Topkapusu Sahil Sarayı” adı, bu sarayın bir yangında yok olması sebebi ile Yeni Saray’a verilmiştir. Böylece Yeni Saray’ın yeni ismi “Topkapı Sarayı” olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun felsefesi, ”saray tebaa” ilişkileri sonucunda geçen asırlarda geliştirilen ve büyütülen “Topkapı Sarayı”, inşa edilirken İstanbul Fatihi Fatih Sultan Mehmet’in babası İkinci Murad’ın, Tınca Nehri kıyısına inşa ettirdiği ve yaşadığımız yüzyıla kalıntıları bile ulaşmayan Edirne Sarayı’nın ilham verdiği söylenilir. “Topkapı Sarayı”, devlet işleri için dekore edilmiş daireler, saray asilzadeleri için inşa edilmiş köşkler, birçok avlu ve bahçeden meydana gelen gizemli bir yapıdır.

TOPKAPI SARAYI’NIN ZİYARETE AÇIK KISIMLARI

Bab-ı Hümayun

“Babı Hümayun”, Topkapı Saray’ının giriş kapılarından biridir ve sarayın Ayasofya Kilisesi (Ayasofya Camii) tarafına bakar. Kapının üzerinde bulunan ve “Ali B. Yahya es Sufi” tarafından nakşedilmiş bir kitabe bulunmaktadır. Bu kitabede Osmanlıca “Bu mübarek kale,  Allah’ın (Celle Celaluhu) yardımı ve rızası üzerine, güvenliği sağlamak amacı ile, Sultan Mehmet Han’ın oğlu Sultan Murat’ın oğlu, karaların padişahı ve denizlerin hakanı, insanların ve cinlerin üzerinde Allah’ın (Celle Celaluhu)  gölgesi, Şarkta ve Garpta Allah’ın (Celle Celaluhu)  yardımcısı, su ve toprağın kahramanı, Konstantiniyye’nin fatihi ve fethin babası olan Sultan İkinci  Mehmet Han’ın – Allah Teala (Celle Celaluhu) O’nun hükümdarlığını ebedi kılsın ve mekanını kutup yıldızlarından  yüksek eylesin – emriyle, (Hicri takvime göre) 883 senesinin mübarek Ramazan ayında ( Miladi takvime göre 1478 Kasım) imar ve inşa edildi. yazısı nakşedilmiştir.

Bunların dışında Bab-ı Hümayun’un üstündeki kitabede “müsenna” olarak tabir edilen “karşılık yazı” metodu ile “Hicr” Suresi’nin kırk beşinci ve kırk sekizinci ayetleri de yer alır. Osmanlı hükümdarlığı bakımından anlamlı, hat sanatı yönünden önemli olan bu yazı, yüz yıllardır varlığını korumaktadır. “Babı Humayun” kapısının diğer tarafında ise Sultan Abdül Aziz’e ait tuğra üzerinde “Saff Suresi” on üçüncü ayetinden “Nasrun minallahi ve fethün karib ve beşşiril mü’minin [Ya Muhammed]” (Allah’tan bir yardım ve yakında gerçekleşecek bir zafer! Mü’minlere bunları müjdele [Ya Muhammed]) cümleleri nakşedilmiştir.  Söz konusu ayet, Mehteran takımı tarafından hücuma kalkmadan evvle de tekrar edilir.

Eski taş yazıtlardan alınan bilgi ise “Babı Humayun” kapısının üzerinde on dokuzuncu yüzyılın sonlarında çıkan yangına kadar büyük bir köşk olduğudur. Söz konusu olan köşkte alayların izlendiği ve “muallefat hazineleri” denilen (ölmüş olan şahsın bıraktığı taşınabilir miras kişisel eşya) emtianın saklandığı saptanmıştır. Takvimler 1865 yılını gösterirken köşk yanarak yaşadığımız yüzyıla ulaşamamıştır.

Birinci Avlu (Alay Meydanı)

“Bab-ı Hümayun” kapısından girilen bu avlu, dönemin padişahı tarafından halkın girmesine izin verilen tek saray bölümüdür. Bu avluda çeşitli askeri törenler ve alaylar icra edilmekte idi. Yaşadığımız asra ulaşmamış lakin kalıntıları görüntülenebilen “Deavi Kasrı” ise halkın Devlet-i Aliye’ye dilek, istek ve şikayetlerini ulaştırabildiği tek yerdi.

Birinci Avlu’nun sol kısmında Hasırcılar Ocağı ve Ambar Ocağı (bu kısımda on dokuzuncu asır biterken inşa edilmiş ve günümüze kalıntıları ulaşan idare binası, karakol binası ve arka kısımda kala “Patrikhane Sarayı” kalıntıları bulunmaktadır.), Aya İrini Kilisesi (Saint Irene Kilisesi), Darphane-i Amire (dönemin altın akçelerin basıldığı yer) bulunur. Alay Meydanı’nın sağ tarafında ise Enderun Hastanesi, Saray halkına simit ve ekmek imal eden fırınlar, Maliye Nezareti (dönemin maliye bakanlığı), Has Fırın Camisi, saray görevlilerinin ikamet ettiği yapılar, İkinci Mahmut Devri Çeşmesi’ni kapsayan erken devir ir su terazisi bulunur. Ayrıca orta kapıya yakın bir konumda “Cellat Çeşmesi” olarak nitelendirilen başka bir çeşme bulunmaktadır.

Aya İrini Kilisesi (Saint Irene Kilisesi), ” Patrikhane Sarayı Kilisesi” olarak kullanılmak için yaptırılmış olan avludaki en eski binadır. Aya İrini Kilisesi’nin üç adet kapısı vardır. Bunlardan bir tanesi Altın Boynuz (Haliç) yönüne açılan “Kozbekçileri Kapısı”, ikincisi Maramara Denizi yönüne açılan “Çizme Kapsı”, sonuncu kapı ise Hasbahçe’ye açılan kapıdır. Milattan sonra altıncı asırda yapılan Bizans mimarisine ait “Aya İrini Kilisesi”, önceleri Topkapı Sarayı’nın silah deposu olarak kullanılmıştır. Fethi Ahmet Paşa döneminde bir arkeoloji müzesine dönüştürülen “Aya İrini Kilisesi”, arkeoloji müzesinin takvimler 1894 yını gösterirken bugünkü binasına taşınması nedeni ile “askeri müze” olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Aya İrini Kilisesi’nin yan tarafında ise Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş ve Osmanlı Devleti tarafından da kullanılmış zanaat atölyeleri bulunmaktadır. Bu atölyelerde marangozluktan deri işlerine, ciltleme işçiliğinden aklınıza gelebilecek birçok alanda zanaatkarlar çalıştı. Ayrıca Devleti Aliye tarafından yurt dışındaki hükümdarlara gönderilen hediyeler de yine bu atölyelerin eserleri arasındadır. Bu atölyelerden “hünerveran” isimli atölye se on dokuzuncu yüzyılın sonlarında  Topkapı Sarayı’ndan Dolmabahçe Sarayı’na geçilince darphane olarak kullanılmaya başlandı. Devleti Aliye’nin altın sikkeleri kısa sayılabilecek bir süre bu atölyede basılmıştır.

Sarayın ısınma ihtiyacını karşılayan odunluklarının bulunduğu “Cellat Çeşmesi” ise Birinci Avlu’da bulunan ve  görülmeye değer bir başka tarihi yapıdır. Babüsselam’dan girmeden evvel hemen sağ kısımda yer alır.

Divan Meydanı

Sarayın asıl bölümüne girilen ve diğer adı “Orta Kapı” olan, iki yanında “Babüsselam” denen iki kuleyi bulunduran geçitten geçtiğinizde karşınıza çıkan avludur. “Babüsselam” ilk olarak İstanbul’un Fatihi, Fatih Sultan Mehmet döneminde inşa ettirilmiştir. On altıncı ve on yedinci asırlarda ciddi onarım çalışmalarından geçen “babüsselam”, hükümdar tarafından at sırtında, hükümdar dışında kalan devlet adamları tarafından da yaya olarak geçilebilen bir kapı idi. Valide Sultan (padişahın annesi) ve diğer saray erkanı kadınları ise bu kapıdan “saltanat arabaları” ile geçerlerdi.

Divan Meydanı’na açılan Orta Kapı’nın üzerinde bulunan iki kule, Yavuz Sultan Selim’in oğlu Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır.  Kulelerin içinde kapı nöbetçilerinin başı olan “kapıcı başı ağasına” ait bir oda da bulunmaktadır. Bu oda, saraya girmek isteyen yabancı ülkelerin elçileri padişahın huzuruna kabul edilene adar misafir edilirdi. Şuan müze olarak kullanılan Topkapı Sarayı’nın “ziyaretçi girişi” bu kapıdan gerçekleştirilmektedir.

“Divan Meydanı” olarak adlandırılan ve devlet erkanının yerleştirilip, devletin temsil edildiği tören alanı takvimler 146 yılını işaret ederken inşa edilmiştir. Tarih boyu “cülus” adı verilen tahta geçme bahşişi, Yeni Çeri maaşı olarak adlandırılan “ulufe” isimli paranın dağıtılması, elçi kabulü ve saray bayramlaşması bu meydanda gerçekleştirilmiştir. Divan Meydanı’nın sağ kısmında bulunan revakların araka kısmında ise sarayın tüm yemeklerinin piştiği “saray mutfağı” bulunmaktadır.

Avlu Meydanı’nın sol tarafında Divanı Hümayun toplantıları (dönemin bakanlar kurulu toplantısı) gerçekleştirildiği “Kubbealtı”, Adalet Kulesi ve silahların sergilendiği  “Dış Hazine Binası” konumlandırılmıştır. Ayrıca bu kısımda “Has Ahir Avlusu”, “Baltacılar Koğuşu” ve meşhur “Harem Dairesi” Arabacılar Kapısı bulunur.

Babüsselam’ın sol tarafında kalan ve padişah Üçüncü Ahmet tarafından yaptırılan iki çeşme, bulunur. Babüsselam’ın sağ tarafında ise “Babüssaade” isimli “Padişah Yolu” üzerinde bulunan “Bizans Dönemi Sarnıcı” bulunur. “Kubbealtı” tarafına giden “Vezir Yolu” olarak tabir edilen kısımda da “selam taşları” bulunur.

 

Enderun Avlusu

Dokuz dönüm alan üstüne kurulu olan “Enderun Avlusu”, kelimenin tam anlamı ile bir kale tarafından korunan başka bir kale gibidir. Etrafında kagir malzemeden inşa edilmiş yapılarla çevirili olan bu avlunun dış kapıları kapatılınca avluya giriş mümkün değildir.

Enderun Avlusu’ndan Babüssaade’ye girilen avluda karşınıza ilk çıkan bina “Arz Odası” isimli binadır. Arz Odası’nın arka bitişiğinde bulunan yerde Sultan Üçüncü Ahmet kütüphanesi vardır. Enderun Avsulu’nun sağ tarafında ise Meşkhane, Padişah İkinci Selim Devrine ait hamam kalıntısı, Fatih Köşkü, Enderun Mektebi ve Seferi Koğuşu bulunmaktadır. Avlunun sol yanında da; “Hırka-i Saadet Dairesi” (Hazreti Muhammed zamanından kalan kutsal emanetlerin sergilendiği “dört kubbeli has oda”), Ağalar Camisi, Has Oda Koğuşu, Babüssaade yapısının her iki tarafında büyük oda ve küçük oda isimli koğuşlar, Kuşhane ve Akağalar Koğuşu bulunur. Avlunun karşı kısmında ise “Kilerli Koğuşu”, “Hazine Koğuşu” ve “Silahdar Hazinesi” konumlandırılmıştır.

Sofa-i Humayun

“Has Oda” olarak tabir edilen padişaha özel çift sıra ve geniş sütunlu yer  “Memer Sofa” olarak ta adlandırılan “Sofa-i Humayun” isimli terastır. Havuzlu mermer teras ve bu terasın bitimindeki çiçek bahçesinden oluşan ”Sofa-i Humayun”, Torpkapı Sarayı’nın en nadide mekanlarından biridir. Sofa-i Hümayun’daki fıskiyeli havuz on yedinci asırda daha geniş idi fakat Padişah Dördüncü Murat ve Sultan İbrahim devrindeki tadilatlar nedeni ile fıskiyeli havuz daraltılmış ve Sofa-i Humayun Haliç’e doğru genişletilmiştir. Sofa-i Humayun içerisinde şehzadelerin sünnet merasimlerinin gerçekleştiği “sünnet odası”, “Bağdat Köşkü”, “Revan Köşkü” ve “İftariye Kermesi” bulunur.

Sofa-i Humayun’dan aşağı doğru devam eden üç metrelik merdivenle “Lala” olarak tabir edilen Lale Bahçesi’ne geçilir. Bu bahçede “Hekimbaşı Kulesi” ve “Sofa Köşkü” denilen yapılarda bulunur. Lala’dan Marmara Denizi istikametine doğru inilen son yerde ise “Sofa Camisi”, “Mecidiye Köşü”, “Esvap odası” konumlandırılmıştır.

Harem Dairesi

Arapça “harim” kelimesinden türeyen ve gizli, kişiye özel, kişisel anlamlarına gelen “Harem”, Topkapı Sarayı’ndaki padişahların hanımları ile birlikte hayatını sürdürdüğü bir yaşam alanıdır. “Harem Dairesi” olarak isimlendirilen bu mekan, Topkapı Sarayı’nın inşa edildiği on altıncı yüzyıldan, on dokuzuncu yüzyıla kadar çeşitli devirlerin mimari özelliklerini taşıyan ilginç ve bir o kadar da önemli bir yapıdır. Topkapı Sarayı içerisinde ikinci avlunun arka bahçesi içine inşa edilmiş “harem dairesi”, hizmet verdiği üç asır boyunca ihtiyacı karşılamadığından dolayı sürekli genişletilmiştir. “Topkapı Sarayı” günümüze kadar ulaşmış ve “İslam Kültürü” altında kalmış sarayların içinde “harem dairesi” bakımından en değişik mimari özelliklere sahiptir. “Harem Dairesi”, Topkapı Sarayı içerisinde bulunan her türlü bölümden yüksek duvarlar aracılığı ile tecrit edilerek ayrılmıştır. Padişah, Valide Sultan, Harem Ağaları ve Harem Dairesi’nde yaşayan ahali dışında içerden dışarı, dışardan içeri kimse girememektedir.

“İstanbul’un Fatihi”, Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa emri verilen Topkapı Sarayı tamamlanmadan evvel, bugünkü Beyazıt semtinde bulunan “Eski Saray”; “Harem Dairesi” olarak kullanılmakta idi. Fakat bir rivayete göre bu dönemde “Altın Yol” olarak adlandırılan yerde “Kadınlar Sarayı” ya da “Saray-ı Duhteran” ismi ile adlandırılan yapıda ihtiyacı görecek büyüklükte bir “Harem Dairesi” inşa edildiği varsayılmaktadır. Dört yapı döneminde mercek altına alınması gereken “Harem Dairesi”, haddinden fazla örgütlenme ve yapılaşma gibi nedenler ile; Yavuz Sultan Selim’in oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın ve zevcesi Haseki Hürrem Sultan’ın da isteği ile Topkapı Sarayı’nda bulunan Harem Dairesi’ne taşınma başlamış ve on sekizinci asra kadar buradaki yaşam sürmüştür.

Topkapı Sarayı’ndaki “Harem Dairesi” içerisinde; üç yüz adetten fazla oda, bir adet hastane, dokuz adet hamam, iki adet cami, kölelerin kaldığı koğuşlar ve çamaşırlık bulundurmaktadır. Şuan ziyaretçilerin gezmesine izin verilen “Harem Dairesi”, birçok tadilat ve onarımın ardından bugünkü halini almıştır. “Harem Dairesi” yapı itibarı ile bir biri ardına sıralanmış birçok avludan meydana gelmektedir. Bu kadar çok avlunun olma sebebi ise hizmetli odaları köşkler, koğuşlar ve benzeri yapıların birbirinden ayrılmak istenmesidir.

 

TOPKAPI SARAYI’NDA SERGİLENEN ESERLER

 

Osmanlı ve Avrupa Gümüşleri

On altıncı ve on dokuzuncu asırlar arasında üretilen ve Topkapı Sarayı Müzesi’nde ziyaretçisi ile buluşan gümüş işleme sanatı eserleri, ilgili yüzyıllarda zenginliğin sahip olunan altın ve gümüşle ölçülmesi nedeni ile Osmanlı Hazinesi’nin önemli bir kısmını meydana getirmekte idi. Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenen koleksiyonda yaklaşık iki bin parça gümüş eser bulunmaktadır. Bu gümüş eserlerin başında, padişahlara Avrupalı diplomatların herhangi bir sebeple gerçekleştirdikleri ziyaretler nedeni ile ve cülus yıl dönümleri münasebeti ile hediye edilen gümüş eşyalar başta olmak üzere, hazineye çeşitli sebeplerle dahil olmuş gümüşler gelmektedir.

Avrupa Porselenleri ve Camları

Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenen “Avrupa Porselenleri ve Avrupa Camları” koleksiyonu dönemin züccaciye eşyalarını gözlemlemek ve bu alanda fikir edinmek adına mutlaka gezilmesi gereken bir bölümdür. Koleksiyonun tamamı Avrupa camları ile veya Avrupa’da imal edilmiş parçalardan meydana gelir.

On yedinci asrın başlarında keşfedilmiş bir teknik olan “Bohemya” cam işleme tekniği marifeti ile vücuda getirilmiş cam eserler, Topkapı Sarayı Avrupa Porselenleri ve Camları koleksiyonunun önemli bir kısmını oluşturur. Tekniğe ismini veren “Bohemya Cam Fabrikası” çalışanlarından “Ludwig Moser” isimli sanatçının Sultan İkinci Abdülhamit için ürettiği sürahi takımı görülmezse çok şey kaybettirecek cinstendir. Bu koleksiyonda, Fransız, İngiliz ve Rus cam sanatının nadide örnekleri de ziyaretçisi ile buluşmaktadır.

İstanbul Cam ve Porselenleri

İstanbul Camları ve İstanbul Porselenlerinin sergilendiği bu eşsiz koleksiyonda da yaklaşık iki bin adet benzersiz eser gösterime sunulmaktadır. İstanbul Cam ve Porselenleri koleksiyonunun en önemli parçaları ise “Saray Mutfağı” isimli bölümdeki  “helvahane” ve “şerbethane” kısımlarında sergilenmektedir.

Camın Osmanlı Devleti’nde üretimi serüveni, dönemin padişahı Üçüncü Selim’in “Mevlevi Mehmet Dede” isimli alimi İtalya’nın Venedik şehrine cam sanatını öğrenmek için göndermesi ile başlar. İtalya’da bu sanatın temellerini öğrenen “Mevlevi Mehmet Dede”, kısa zaman sonra İstanbul Cam Sanatı’nı oluşturmayı başarır ve Osmanlı’ya özgü cam üretimi yapmaya başlar. Şuan İstanbul İli Beykoz İlçesi’nde bulunan cam atölyelerinde birbirinden farklı ve Osmanlı’ya has üç teknik ışığında krsital, “Çeşm-i bülbül” ve opalin cam üretimi gerçekleştirilmiştir. On dokuzuncu asırdan itibaren “cam” denildiğinde İstanbul Beykoz Cam Atölyelerinde imal edilen ve “bülbülün gözü” anlamına gelen “çeşm-i bülbül”  camları akla gelir. “Çeşm-i Bülbül” sanatında renkli cam çubuklarının döne döne yükselip, birleşmesi esastır.

Koleksiyonun porselen kısmında ise, üretimi maliyetli olduğundan ötürü sadece sarayda kullanılmak için imal ettirilmiş “Osmanlı Porselenleri“ bulunmaktadır. “Osmanlı Porselenleri” üretildiği dönemdeki padişahlar bakımından ikiye ayrılır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci çeyreği ile ortası arasında saltanat süren Sultan Abdülmecit döneminde imal edilmiş porselenler “Eser-i İstanbul” adı altında “Beykoz Porselen Atölyeleri” isimli fabrikalarda imal edilmiştir. Aynı yüzyılın son çeyreği ile yirminci yüzyılın başı arasında üretilen porselenler ise “Yıldız Porselenleri” olarak isimlendirilir. “Yıldız Porselenleri”, Padişah İkinci Abdülhamit devrinde Yıldız Sarayı Bahçesi’ndeki porselen atölyelerinde imal edilmiştir.

“Eser-i İstanbul” damgası taşıyan porselenlerin en önemli özelliği, çiçek desenleri ile bezeli eserlerdeki desen ile eserlerin alt kısmındaki Arapça damgaların aynı boyadan yapılmış olmasıdır. Maliyet yönünden büyük bir külfet oluşturan “Eser-i İstanbul” porselenleri sadece otuz yıl boyunca üretilebilmiştir

Sultan İkinci Abdülhamit devrindeki “Yıldız Çini Fabrika-i Humayun” isimli atölyenin kuruluş amacı önceleri sarayın züccaciye ihtiyacını karşılamaktan ileri gitmemekte idi. Zaman içinde geliştirilen atölyeler, yabancı devlet adamlarına gönderilen hediyeleri de imal etmeye başladı. Şuan Avrupa’da bulunan birçok müzede “Yıldız Porseleni” olarak adlandırılan eserleri görmek olasıdır.

Has Oda – Mukaddes Emanetler Dairesi

İstanbul’un Fatihi, Fatih Sultan Mehmet emri ile “Enderun Avlusu” olarak tabir edilen meydana, kendi kullanımına özel inşa edildiği bilinen “Has Oda”, on altıncı asrın ikinci çeyreğine kadar dönemin padişahları tarafından kullanılmıştır. Tahta çıkacak olan padişahın “cülus” merasimi evvelinde maiyetinin biyadını kabul ettiği ve dualarını sunduğu yerde Has Oda’dır.

Hali hazırda Has Oda’da bulunan “Kutsal Emanetler” bölümü,  Padişah Yavuz Sultan Selim’in halifelik mertebesine eriştiği on altıncı asırdan on dokuzuncu asrın sonuna kadar gönderilen İslami eserlerden oluşmaktadır.

Dönemin Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 senesinden fethedilen Mısır sayesinde Abbasilerin elinde tuttuğu hilafet makamı Osmanlı Padişahlarına devredilmiştir. Bu durumun doğal sonucu olarak Abbasilerin son halifesi Üçüncü Mütevekkil’in hazinesi dahilinde bulunan Hazreti Muhammed’in hırkası ( Hırka-i Saadet) Yavuz Sultan Selim Han’ın himayesinde İstanbul Topkapı Sarayı’na getirilmiştir. Bu olayın ardından diğer kutsal emanetlerinde bir biri ardına Topkapı Sarayı’na gönderilmesi başlanmıştır. Mısır’daki Vehhabbi aşiretinin Müslümanların kutsal mekanlarına düzenledikleri saldırıların artması nedeni ile bu gönderim hız kazanmıştır. Birinci Dünya Savaşı döneminde  Medine’de bulunan diğer İslam emanetleri de korunma amacı ile Kutsal Emanetler Dairesi’ne taşınmıştır.

Topkapı Sarayı Kutsal Emanetleri Dairesi’nde ziyaretçisi ile buluşan bu eserlerden bazıları “Hırka-i Saadet”, “Hazreti Muhammed’in Ayak İzi”, “Uhud Savaşı Esnasında Hazreti Muhammed’in Kırılan Dişinin Saklandığı Muhafaza Kabı”, “Hazreti Muhammedin Sakalı” (Sakal-ı Şerif), “Hazreti  Musa’nın Asası”, “Hazreti Yusuf’un Cübbesi”, “Hazreti Davud’un Kılıcı” gibi birçok manevi değeri yüksek emtia bulunmaktadır.

Silahlar

İstanbul’un Fatihi, Fatih Sultan Mehmet tarafından Topkapı Sarayı avlusunda bulunan “Aya İrini Kilisesi” (Aya Irene Kilisesi),  dönemin silah ve mühimmat ambarı olarak kullanılmıştır. On dokuzuncu asrın sonuna kadar bu amaç doğrultusunda kullanılan “Aya İrini Kilisesi”, Tophane Müşiri Fethi Mehmet Paşa girişimleri ile günümüz Türkçesi’nde “Eski Silahlar ve Eski Eserler Müzesi “ anlamına gelen Osmanlıca da ise “Mecma-i Esliha-i Atika ve Mecma-i Asar-ý Atika “ olarak isimlendirilen bir müze olarak vakfedilmiştir. Bu müze İstanbul’un bilinen ilk müzesi olma hüviyetindedir.

Koleksiyonunda yaklaşık elli iki bin adet silah bulunduran Topkapı Sarayı Müzesi, 1300 yıllık tarihe yayılmış eserleri ile dünyanın en önemli silah koleksiyonları arasında gelmektedir. Koleksiyonun tamamı, üç kıtada hüküm sürmüş Osmanlı Devleti’nin birçok savaş kültüründen esinlenerek yaptırdığı nadide parçalardan oluşmaktadır.  Bu bölümde “gezilmezse olmaz” denecek yegane kısım ise, Osmanlı padişahlarının emri ile yaptırılan “saltanat silahları” bölümüdür.

Savaşlarda “ganimet” olarak elde edilen silah, zırh ve benzeri parçalarda Osmanlı Devleti’nin tarihine tanıklık eden eserler arasında yer almaktadır.

Saray Hazinesi

Osmanlı Padişahlarının geleneğinde “ecdat yadigarı” olarak nitelendirilen saray hazinesi, Osmanlı Devleti’nin duraklama devrine kadar sürekli büyütülen bir servetti. Özel imal edilmiş kilitli sandıklar ve kapalı kapılar ardında sıkı güvenlik önlemleri ile korunan hazineyi padişahlar,  merasimler eşliğinde seyrederdi.  Fakat on dokuzuncu yüzyılın ikinci çeyreği başladığında bu gelenek bozuldu. Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve İkinci Abdülhamit dönemlerinde hazinenin bir kısmı halka açık yerlerde teşhir edilmeye başlanmıştır. Günümüzdeki Topkapı Sarayı Müzesi’nde “Hazine- Hümayun” bölümü ziyaretçilerin Osmanlı Hazinesi’ni ziyaret edebilecekleri kısımdır.

 

Şuan ziyaretçiyle buluşan en önemli hazine eserleri arasında, padişahların ve şehzadelerin doğum, sünnet, tahta çıkış dönemlerinde aldıkları hediyeler vardır. Bunların dışında yerli ve yabancı sanatçılar tarafından sipariş almak için hediye edilen sanat eserleri de hatırı sayılır bir yer oluşturmaktadır. Bazı sebeplerden mütevellit, dönemin padişahları tarafından yabancı devlet adamlarına gönderilmiş ama ulaşamamış eserlerde bu bölümde ziyaretçi kabul etmektedir. Birinci Mahmut’un Nadir Şah isimli tarihi kişiliğe gönderdiği zümrüt işlemeli hançer bu eserler arasındadır.

Bakır ve Tombak Eserler

Topkapı Sarayı hizmetkarları için “Helvehane” denilen bölümde tatlı ve benzeri yemeklerin yapımında kullanılan bakır eserler, kullanılan işçilik bakımından görülmeye değer parçalar arasındadır. Saray mutfağında diğer gıda maddelerinin tüketilmeye hazır hale getirilmesi içinde bakır kaplar kullanılırdı. Günde ortalama beş bin kişiye yemek pişirilmekte kullanılan bakır ve tombak eserler kalite yönünden de dünyada az bulunan türdendir.

 

Çin ve Japon Porselenleri

On bin adetten fazla Çin üretimi porselen bulunan koleksiyon, Çin dışında bulunan en büyük porselen koleksiyonu vasfındadır. Günümüzde Çin’de bile bulunmayan türde işlemelerle ziyaretçisini bekleyen eserler görülmeye değer niteliktedir.

Padişah Portreleri

Osmanlı Devleti’nin kuruluş senesi olan 1299 senesinden yirminci asra kadar hüküm sürmüş otuz altı Osmanlı Padişahının değişik tekniklerle meydana getirilmiş tablo ve gravürleri; eşi benzeri bulunmaz bir koleksiyonu oluşturur.

İstanbul’un Fatihi, Fatih Sultan Mehmet’ten evvelki hiçbir hükümdarın portresi resmedilmediğinden dolayı, önceki padişahların portreleri tamamen tarihte bahsedilen notlar baz alınarak yapılmıştır. “Ehl-i Hiref” nakkaşhanesine bağlı “saray sanatçıları” tarafından Fatih Sultan Mehmet ve sonrasında tahta çıkan hemen hemen tüm padişahların portre ve gravürleri vücuda getirilmiştir. Bu koleksiyonda saray sanatçıları dışında batılı ressamlarında eserleri yer almaktadır. Bu eserlerin nerede ise tamamı dönemin hükümdarları tarafından sipariş edilmiştir.

Padişah Elbiseleri

Kumaşın sanatla buluştuğu benzersiz bir koleksiyon olan “Padişah Elbiseleri Bölümü”, on beşinci yüzyıl ve yirminci yüzyıl arasındaki eserlerden oluşmaktadır. Desnelerin hemen hemen tamamı “Ehl-i Hiref” nakkaşları tarafından tasarlanıp dokunmuştur. Üçüncü Ahmet dönemine kadar altın ve gümüş ağırlıklı işlemeler yapılan kıyafetler, Üçüncü Ahmet devrinden itibaren daha hafif ve daha ucuz kumaşlardan meydana getirilmiştir.

Halk arasında “kavuk” , “taç” ve benzeri isimlerle nitelendirilen başlıklara ise padişahlar ziyadesiyle önem verirdi. Giyilen gösterişli kıyafeti tamamlayıcı vazife üstlenen başlıklar, divan toplantılarında, merasimlerde ve elçi kabullerinde değişiklik arz ederdi.  En sık tercih edilen başlıklar arasında ise “selimi”, “horasani”, “katibi” ve “mücevveze” denilen başlıklar gelirdi.

İkinci Mahmut döneminde ise başlığa yeni bir bakış açısı getirilerek “fes” kültürü oturtulmaya başlanmıştır. Dönemin düzenli ordusu olan “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” isimli birlikte “fes” giyilmesi zaruri olarak ilan edilmişti. Ardından yine aynı padişah döneminde görev yapan ulema ve devlet emrinde çalışan memurlarda aynı zorunluluktan nasibini almışlardır. Böylece “fes” kullanımı iyice yaygınlaşmış ve diğer başlıkların hükmü kalkmıştır.

 

 

 

 

 

Topkapı Sarayı Müzesi’ne Giriş Biletlerini Nasıl  Temin Ederim?

Topkapı Sarayı Müzesi’ne gitmeden evvel muze.gov.tr sitesinden biletinizi kredi kartınızla almanız, müze bilet gişesi önünde uzun süre beklemenizi sağlayacaktır. Eğer bu yöntemle bilet alamadı iseniz sadece Birinci Avluda bulunan gişeden nakit veya kredi kartı ile kişi başı yirmi Türk Lirası ödeyerek biletinizi edinebilirsiniz. Topkapı Sarayı Müzesi’nin biletleri bahsettiğimiz mecralar dışında başka bir yerde satılmamaktadır ve bilet fiyatları yerli yabancı turiste göre değişiklik göstermemektedir. “Müzekart” ve “Müzekart+” sahipleri Topkapı Sarayı’na girerken herhangi bir ücret ödemezler.

Topkapı Sarayı Müzesi’ni Gurup Olarak Ziyaret Etmek için ne Yapmam Gerekir?

Öğrenci ve gurup ziyaretleri düzenlemeyi düşünen gerçek kişi veya tüzel kişi iseniz mutlaka Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü’nden randevu almanız gerekmektedir.

Topkapı Sarayı Müzesi Ziyaret Gün ve Saatleri                Ne Zamandır?

“Topkapı Sarayı Müzesi”, Salı günleri dışında her gün sabah 09.00 akşam 17.00 saatleri arasında ziyaretçi kabul etmektedir.

 

Harem Dairesi’ni Nasıl Ziyaret Ederim?

*Topkapı Sarayı Müzesi giriş bileti ile “Haram Dairesi” ziyaret edilememektedir. Harem dairesini ziyaret etmek isteyen yerli ve yabancı turistler,  Harem Dairesi önünde bulunan gişelerden on beş Türk Lirası karşılığı satın alacakları biletleri temin etmek durumundadır. “Harem Dairesi” biletleri başka hiçbir yerde satılmamaktadır. “Harem Dairesi” girişinde “Müzekart” ve “Müzekart+” geçerli değildir.

 

Önemli

* “Topkapı Sarayı Müzesi” ve “Harem Dairesi” biletleri, sadece ziyaret günlerinde ve saat 16.00’a kadar satılmaktadır. Bilet satın alırken yalnız Türk Lirası olarak ödeme alınmaktadır.

* Topkapı Sarayı Müzesi’nin  “Hazine Balkonu” bölümü yalnızca yaz mevsiminde ziyaretçi kabul etmektedir.

 

“Topkapı Sarayı Müzesi” ile alakalı internet ağındaki en kapsamlı kaynak olan yazımızı Facebook ve Twitter hesapların paylaşmayı unutmayınız. Tarih anlattıkça yaşayan bir mirastır.

 

 

Beylerbeyi Sarayı

Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan, tarihi ve doğal güzellikler abidesi İstanbul Şehri’nin “Boğaziçi Köprüsü” Asya ayağı dibinde bulunan denize nazır sarayı “Beylerbeyi Sarayı” olarak isimlendirilir.

İsmini on altıncı asırda bu bölgede yaşayan “Beylerbeyi Mehmet Paşa” tarafından konduğu zannedilen “Beylerbeyi Semti”, on sekizinci yüzyılda hemen hemen tüm Osmanlı topraklarını dolaşmış olan ünlü gezgin İnciciyan’a göre Bizans döneminden bu yana yerleşim birimi olarak kullanılmaktadır. “İnciciyan” bir söyleminde, Bizans imparatoru Büyük Kontstantinus tarafından dikilen bir haç nedeni ile bu dönemde “İstavroz Bahçeleri” olarak isimlendirildiği yer almaktadır. Bu söylem ne kadar doğrudur bilinmez ama İstanbul’un Fatihi, Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren tüm padişahlar bu semti “Has Bahçe” olarak kullanmıştır.

Osmanlı Padişahları tarafından bu denli önemli olan semtte, birçok köşk, yalı, saray ve kasır inşa edilip yazlık olarak kullanılmıştır. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Sultan İkinci Mahmut’un yapılmasını emrettiği bir sahil sarayı, tamamı ahşap malzemeden inşa edilmiştir.

Sultan İkinci Mahmut’un ardından tahta çıkan Sultan Abdülaziz, bu ahşap sarayı yıktırıp yerine, Serkis Balyan isimli mimara yeni bir saray inşa ettirmiştir. Genelde yazlık olarak ve yabancı devlet adamlarını ağırlamak için kullanılan bu sarayda, Sultan İkinci Abdülhamit ömrünün son altı yılını geçirmiştir.

Saray inşa edilirken doğu ve batı mimari çizgilerinin evliliği sonucu ortaya çıkmış olan yöntemler kullanılmıştır. Selamlık ve Harem olmak üzere iki bölümden inşa edilmiş olan sarayın “selamlık” bölümü süsleme ve mimari açıdan daha görkemlidir. En alt katında kiler ve mutfak bulunan saray, toplamda üç kat üzerine kuruludur. Sarayın tamamı ise yirmi altı oda ve altı salondan oluşmaktadır. İç dekorasyonunda izolasyon için Mısır’dan getirilen hasırlar, tüm döşemelerin üzerine kaplanmıştır. Hereke imalatı kilim ve halılar, “Bohemya” fabrikasında imal edilmiş kristal avizeler, daha birçok medeniyetin sanatçıları tarafından yapılmış vazo ve saatleri eşi benzeri bulunmaz sanat eseri niteliğindedir.

İstanbul Boğazı’nın eşsiz bir manzarasına hakim kıyısına yapılmış olan “Beylerbeyi Sarayı”, On yedinci yüzyıldan sonra yapılan diğer Osmanlı Saraylarındaki gelenekten farklı olarak yamaçlara doğru set biçiminde yükselen bahçelerle çevrelenmiştir. Bu set bahçelerinin içinde ise köşkler ve büyük bir havuz bulunmaktadır. Bahsettiğimiz set bahçelerinin en üstünde ise “Sarı Köşk”, Ahır Köşk” ve “Mermer Köşk” yer alır.

Beylerbeyi Sarayı’nı en ilginç kılan durum ise, setlerinin altında, üzerinde Sultan İkinci Mahmut’un adının geçtiği bir çeşme de bulunan tünellerin olmasıdır. Tünelin bir ucu Beylerbeyi Sarayı’nın set bahçesi içinde iken, diğer ucu sarayın dışına açılmaktadır.

Günümüze kadar gelmeyi başarmış Osmanlı saraylarından biri olan “Beylerbeyi Sarayı”, bahçesinde ve tünelinde oluşturulan kafeterya, hediyelik eşya dükkanları gibi işletmelerle ziyaretçisine hizmet vermektedir. Birçok ulusal ve milletlerarası resepsiyona da ev sahipliği yapan “Beylerbeyi Sarayı”, Pazartesi ve Perşembe günleri haricindeki her gün ziyaretçisine kapılarını açar durumdadır

 

 

Çırağan Sarayı

Dört bir yanı ayrı güzel İstanbul’un Beşiktaş İlçesi’nden Ortaköy semtine doğru sahil boyu yürüdüğünüzde, sağ tarafınızda dev duvarların arkasında tarihi bir yapıya rastlarsınız. “Yıldız Korusu” olarak isimlendirilmiş alanın tam karşısında kalan bu bina, tahmin edeceğiniz üzere “Çırağan Sarayı” isimli yapıdır.

Tarihi kaynaklardan on sekizinci asırda Üçüncü Ahmet tarafından inşa edildiği öğrenilen “Çırağan Sarayı”, on yedinci yüzyılda “Kazancıoğlu Bahçeleri” ismi ile adlandırılan araziye yapılmıştır. Tarihte “Lale Devri” olarak bilinen Osmanlı Dönemi’ne ait mistik çizgiler taşıyan Çırağan Sarayı’nın, dönemin veziri azamı “Damat İbrahim Paşa” isimli tarihi kişiliğin eşi “Fatma Sultan” (aynı zamanda padişah Üçüncü Ahmet’in kızı) adına yapımına başlanmıştır. İsmini Farsça “ışık” (Çırağan) kelimesinden alan sarayda, adına yakışan şekilde “meşale şenlikleri” düzenlenmişitir.

Sultan İkinci Mahmut’un tahta geçmesinin ardından takvimler 1834 yılını işaret ettiğinde mevcut yapı yıkılır ve çevresindeki okul ve camii, “Mevlevihane” olarak tabir edilen yerdeki yalıya taşınır. Yeniden inşa edilmeye başlayan saray, her ne kadar ahşap gibi gözükse de temelinde yığma taş kullanılmıştır.

Ardından Sultan Abdülmecit’in tahta geçmesi ile İkinci Mahmut tarafından yaptırılan saray yıkılmıştır. Zira Abdülmecit Han, batı mimarisi ışığında yapılacak olan bir yapının başlatılması emrini vermiştir. Lakin çökme döneminde olan Osmanlı Devleti’nin yaşadığı maddi sorunlar nedeni ile saray inşaatı yarım kalmıştır.

Sultan Abdülmecit’in vefatı münasebeti ile tahta geçen Sultan Abdülaziz, yarım kalan sarayın inşaatını 1871 senesinde tamamlatmıştır. Fakat “Çırağan Sarayı”, batı mimari tarzı yerine doğu mimarisi çizgileri ile inşa edilmiştir. Çırağan Sarayı’nın inşasını Sarkis Balyan ve Kirkor Narsisyan isimli müteahhitler üstlenmiştir. Artık tamamen taştan yapılmış olan “Çırağan Sarayı”, bin altın ödenerek Vortik Kemhacıyan isimli gayrimüslim bir sanatçıya yaptırılan kapısıyla da ihtişamına ihtişam katmıştır. Dönemin padişahlarından Sultan Abdülhamit Çırağan Sarayı’nın kapılarından bir tanesini, Alman İmparatoru “Kayzer İkinci Wilhelm” isimli kişiye hediye etmiştir. Çırağan Sarayı’nın Osmanlı Devleti’ne toplam mal oluşu ise iki buçuk milyon Osmanlı Altınına tekabül etmektedir.

Damat Ferit Paşa’nın ölümünden sonra gelen Padişahların ikamet ettiği yer olarak kullanılan “Çırağan Sarayı”, halk arasında çıkan “Mevlevihane yıkılıp ta saray yapılır mı? Bu uğursuzluk getirir” şeklindeki homurdanmalar nedeni ile Sultan Abdülaziz tarafından terk edilmiştir.

Takvimler 1909 senesini işaret ederken “Meclis-i Mebusan Binası” (Mebus Meclisi Binası) olarak kullanılan “Çırağan Sarayı”, 1910 senesinde “Meclis-i Mebusan Salonu” olarak tabir edilen kısmın üst bölümünde ve çatı katında çıkan yangından dolayı beş saat gibi kısa bir sürede yanarak kül olmuştur. Saray hazinesine ait birçok eserde bu yangınla birlikte sonsuzluğa gömülmüştür.

İstanbul’un Birinci Dünya Savaşı ile işgal edilmesi ardından, Fransızlara ait olan bir istihkam birliği, harabeye dönen Çırağan Sarayı’nı “Bizo Kışlası” adı altında kullanmaya başlamıştır.

Tarih 1930 senesini gösterirken, Çırağan Sarayı bahçesinde bulunan tarihi ağaçlar kesilmiş ve “Şeref Stadı” ismi verilerek futbol sahası olarak kullanılmıştır.

1946 yılında ise bir istihkam subayının altın aramak için yaptığı kazılar nedeni ile Mevlevi dervişlerine ait mezarlar tahrip olmuştur. Bu sebeple aynı sene içerisinde çıkartılan kanunla askeriyeye ait olan “Çırağan Sarayı” yerel yönetime devredilmiştir.

1987 senesinde, Türk – Japon ortak çalışması ile bu kez otel olarak inşa edilen “Çırağan Sarayı”, 1990 yılında müşterilerine hizmet vermeye başlamıştır. 1992 senesinde ise saray bölümü inşaatı bitirilip ziyaretçilerin kabulüne imkan sağlanmıştır.

“Çırağan Sarayı”, her ne kadar tarihi dokusunu yitirmiş olsa da, görkemli görünüşü ve eşsiz manzarası ile önemli davetlerin mekanı olmaya devam etmektedir.

 

This topic was modified 3 years ago by Anonymous
 
Posted : 27/03/2022 10:19 pm