Notifications
Clear all

TURİST GÖZÜYLE AMERİKA DENEYİMİM

1 Posts
1 Users
0 Reactions
363 Views
(@guvensez)
Posts: 418
Member
Topic starter
 

YOLCULUK ÖNCESİ

Yine yollara düşüyorum işte. Tam onaltı yıl önce gitmiştim ABD'ye. O zaman San Jose'ye, Silikon Vadisi'ne, gitmiştim. Şimdi de San Fransisco'ya gidiyorum. Yani aynı yere. Çok ilginç bir raslantı aslında. Tüm yaşamım boyu iki kez ABD'ye gidiyorum ve ikisinde de aynı kente, ya da aynı yöreye. Ben San Fransisco'yu severim. Bana hep İstanbul'u anımsatır. Köprüsü ile, binaları ile, yolları ile... Eskiden yollar biraz karmaşık gelmişti bana, ama şimdi bizde de otoyollar var. Böyle olunca San Fransisco'ya daha çok benzedik. Hem trafik açısından hem de otoyollar açısından.

O zamanlar şu yüksek boylu, uzun ömürlü kızıl çam ormanlarını gezmiştim. Resimler çekmiş ve bu ormanları tanıdığım herkese anlatmıştım. Şimdi bu resimleri kaybettim. Negatifleri bile yok artık elimde. Kızıl Çam'ların öyküsü çok ilginç. Değişik bir çam ağacı. Bu ağaçlar, çok uzun süre yaşıyorlar. Şöyle 2000 yaşına ulaşmış olanları bile varmış (benim gördüklerim 500 yaşında, genç ağaçlardan oluşan bir ormandı). Boyutlarına oranla kozalakları küçücük. Bizim bildiğimiz çam ağacı kozalaklarının dörte biri kadar. Bu kozalaklar, ağaçtan yere düşüp ağacın çevresinde yeşerip filiz verebilirmiş. Böylece büyük ağacın çevresinde (bu ağaca "Ana Ağaç" deniyor) yavru ağaçlar büyümeye başlarmış. Ağaç topraktan aldığı besinden çok, havadan aldığı nem ile yaşarmış. Küçük ağaçlar büyüdükçe Ana ağacın çevresinde, gökyüzüne doğru yükselerek daha çok nem almaya çalışınca, ortadaki ana ağaç, havadaki nemden eskisi kadar yararlanamayıp besin kaybına uğrarmış. Ana ağaç, yeterince besin alamayınca ölmeye başlarmış. Öldüğü zaman tüm heybeti ile bir yana devrilip giderken o yönde büyümeye çalışan yavru ağacı da altına alıp öldürürmüş. Ağaç ölse de kütüğü çürümüyormuş. Öyle, devrildiği yere duruyormuş. Bu arada yaşamlarını sürdürmekte olan diğer yavru ağaçlar büyüdükçe gövdeleri kalınlaşıyor, gövdeleri kalınlaştıkça, birbirlerine yakınlaşıyorlarmış. Bir süre sonra ağaçların önce yere yakın olan yerlerden gövdeleri birbirlerine değiyor, sonra bu birleşme yukarıya doğru, tüm gövdelerin birbirine yapışarak büyümesi biçiminde oluyormuş. Böylece, uzaktan bakan biri, kocaman bir gövdesi olan tek bir ağaç gibi görüyormuş, bu çember üzerine dizilmiş ağaçları. Ancak, ana ağacın yıkıldığı yönde, yavru ağaç kalmadığı için gövdeler oradan birbirlerine birleşemiyorlar ve bu delik ağacın içine girilebilecek bir kovuk ya da bir boşluk gibi oluyormuş.

Yavru ağaçların oluşturduğu çember iyice birbirine kaynadığında insanlar el ele tutuşup bu çemberi sarabiliyorlarmış. Bazen oniki kişi bir araya gelince ancak ağacın gövdesini sardıkları olurmuş. Bu büyüme biçimi belki tüm ağaçlar için geçerlidir. Ama diğer ağaçların ömürleri o kadar uzun olmadığından, gövdeleri birbirlerini kucaklayacak kadar çok uzun yan yana duramıyorlar. Bunu yalnız Kızıl Çam yapabiliyor. Uzun ömürlü Kızıl Çam, birleşe birleşe büyüyüp gidiyor. 110 metre yükseklikte ve 7 metre çapında olanları bile var bu dev ağaçların. ABD'de bulunan en yüksek bina kadar yüksek nerdeyse bu ağaçlar. Benim gördüğüm ormanda bir zamanlar bir yangın çıkmış ve ağaçların gövdeleri yanmış. Kömür olmuş. Bu ormanda ağaçların gövdelerinin kömür olduğunu ve yapraklarının hala yeşil olduğunu görüp etkilenmemek elde değil. Onbeş yıl önce çıkan yangın bile öldürememiş bu ağaçları. Onbeş yıldır yaşıyorlarmış...

Ağacın kerestesi yumuşak olduğu için pek endüstriyel kullanımı yok. Dayanıklı olduğu için bahçe çiti olarak kullanımı yaygınmış...

Bu yöre'ye "Silikon Vadisi" deniyor. Cadde adları bile bilgisayarla uğraşanlara pek yabancı değil. Burada, her ülkedeki gibi kocaman çam ormanları, doğal saldırılara karşı kendilerini korumuşlar, ama insanın saldırısına yenik düşmeden edememişler. Benim gördüğümde, yeni bir teknoloji üretimek için ormanlar yok ediliyor, yerine beton binalar yapılıyordu. Sanırım hala aynıdır. Ülke neresi olursa olsun, insanın yıkım konusundaki çılgın tutumu, doğayı yok etme çabası değişmiyor, heryerde aynı...

Eskiden bu yolculuğu yaparken birkaç sayfadan oluşan kağıt parçalarına ilginç notlar almışım. Yıllar sonra bir defterin arasında buldum bu sayfaları. Onaltı yılda köşeleri sararmış, yılların anısını, sararan bu sayfalardan okudum. O günkü yorumlarımı anımsadım. Bu arada yazmadığım pekçok olayın da gözlerimin önünde canlandığını gördüm...

 

YOLCULUK BAŞLIYOR

Sabah çok erken kalktım yataktan. Ban pazar sabahları uyumak, dinlenmek istiyorum ama olmuyor. Her zaman bir neden oluyor, erkenden kalkıyorum. Bu kez erken kalkmamın nedeni, yolculuğa çıkıyor olmam.

Kahvemi hazırladım ve balkonda havaalanına bakarak yudumladım kahvemi. Havaalanında beni bekleyenin ne olduğunu bilmeden, nasıl bir yolculuk yapacağımı kestiremeden biraz tedirgin havaalanına doğru yollandık ailece. Annem, kardeşim ve oğlum beni yolcu etmek için geldiler. Yıllar var, ilk kez birileri beni yolcu ediyor. Çoğu zaman içim buruk, bir araca binip giderim. Bir yerden bir yere dolmuşla gider gibi çıkarım yolculuğa...

Havaalanında dışhat yolcularının bulunduğu salona gelirken "Uçuş kartını alınca bir yerde kahvaltı ederiz" diyorduk. Salona girince uzun kuyruklardan ve kalabalıktan etkilenmemek olanaksız. Heryerde bavul dağları ve yürüyen, duran koşuşan insanlar. Herkes kendince bir dil tutturmuş konuşup duruyor. Uzaktan arı kovanı gibi uğultulu, vızır vızır bir salon. Bankoların önünde yılan gibi kıvrılan ve birbiri içine dolanan kuyruklara, aralardan sızma olmasın diye, kırmızı şeritle ayrılmış yollar var. Bu yollar arasından bir kuyruğun sonunu bulmak bir labiretin çıkışını bulmaktan daha zor gibi geldi bana. Gerçi birkaç saat vaktimiz vardı ama, bu sürenin benim uçuş kartı almam için yeterli olmayacağı, kuyrukların ilerlemeyip duruyor olmasından belliydi. Bir an için korkunç bir karamsarlığa kapıldım. Buradan uçuş kartı almanın olanaksız olduğunu düşünüp, yolculuktan vaz geçmek bile geldi içimden. Yolculuktan hoşlanmayan bir insan olarak benim böyle düşünmem çok doğal olmalı. Tam valizlerimi toplayıp sokak kapısına doğru yönelmek ve eve gidip yarım kalan uykuma devam etmek üzereyken, kardeşimin bana seslendiğini duydum. O yöne doğru elimdeki yükle, insanların ve bavul dağlarının arasından binbir güçlükle ilerlediğimde üzerinde "Şikako" ve "NewYork" yazan iki bankonun önünde buldum kendimi. Bankoların önü boştu. Kuyruk olmayan bir banko önünde durmak ve çok kısa bir süre sonra uçuş kartımı alacak olmak beni birden sevindirdi.

Görevli bir bayan, gözümün içine bakarak, valizim ve diğer eşyalarım hakkında sorular sorup, yalan söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyordu. Bunu çok büyük bir özenle yapıtığı ve işini ciddiye aldığı her halinden belliydi. Bir ara, sorulan bu saçma sorulara, tuhaf yanıtlar vermeyi bile düşündüm. Öyle ya, ben birşey yapmaya kararlı olsam, böyle aptal gibi boş ve uykulu gözlerle bayanın karşısına dikilir miydim? Sanmıyorum. Bugüne değin böyle bir girişimde bulunmadım ama, bulunacak olsam valizimi bile taşımam, birine verip uçağa yerleştirmelerini sağlarım. Hem uçağı havaya uçurmak, insanları tedirgin etmek için öyle kocaman bombalara, güçlü silahlara pek gerek olduğunu sanmıyorum. Bence bir kalem (ucu yeterince sivri olduğu için) ve biraz yüksek sesle konuşmak, uçağı ve yolcularını rehin almak için yeterli olur sanıyorum.

Uçuş kartımı alıp, kalabalık salonda biraz dolaştıktan sonra kitap okuyacak bir köşe bulabilmek için hemen pasaport kuyruğuna girdim. pasaport kuyruğunda beklerken yaşlı bir teyze elinde uçak bileti ve uçuş kartı ile yanımızdan geçti ve yoluna devam etti. Polis

- Hey! nereye gidiyorsun?

diye sorarken o aldırmadı bile. Sıraya girmeden geçiyor ya, kuyruktan birileri sesleniyor sanıp, duymamazlığa gelerek yoluna devam etmeyi yeğledi. Bilmiyor gibi davranarak, aklınca kuyrukta beklemeden geçip gidecekti. Sanki belediye otobüsü kuyruğundan kurtulmak ister gibi bir havası vardı. Polis elindeki işi ve kağıtları bırakıp bulunduğu kulübenin kapısından fırladı. Yaşılı teyzeyi kolundan tutup durdurdu. Zavallı yaşlı kadın neden durdurulduğunu anlamadı. Şaşkın bakışlarla polis izliyordu. O, her zaman yaptığı gibi geçip gidecekti aslında. Biraz utanmış ve kızmış olarak kırmızı bir yüzle baktı polise. Polis fark etmese, pasaportuna çıkış damgası vurdurmadan bu ülkeden çıkıp gidecek ve bir daha giremeyecekti. Dönüşünde bu uluslararası koridorlarda sızlanıp duracaktı. Ama o bunun farkında bile değil. Kılavuz olmadan yaşaması olanaksız. Ölmeden buraları da görsün diye gidiyor herhalde akrabalarının yanına. Alamanya'ya.

Bu olaylı işlemden biraz sonra ülkeden, "sakıncasız" olarak çıkış yaptığımı kanıtlayan damgayı pasaportuma işletip, uluslararası koridora attım kendimi. Sırtımdaki ağır çanta ile koridorda dolaşmaya başladım. Şu "Duity Free" dükkanların vitrinlerine baktım. Daha çok, yüksek vergi nedeniyle etiket fiyatı alıp başını gitmiş ne kadar "lüks tüketim" malı varsa, görebiliryorsunuz burada. Burası vergisiz alan olduğu için, cebinde parası olanlar ve markalı lüks tüketim mallarına ilgi duyanlar, hemen alışveriş yapıyorlar. Ellerinde "Duity Free" poşetlerle çıkıyorlar dükkanlardan. Birden aklıma geldi. "Internet" de uluslararası bir ortam olduğuna göre, burada yapılan satışlar da vergisiz olmalı. Katma değer vergisi gibi vergiler olmadan satış yapılmalı. Bence vergi alınmaması gerkli. Hem de yasal. "Bu konuyu araştırmalıyım" diyorum...

Bir süre oyalandıktan sonra, uçağın kalkacağı kapıya doğru yürüdüğümde, upuzun bir kuyrukla karşılaştım. Gerçi bu kuyruk pek durgun değildi. Yavaş da olsa ilerliyordu ama, kuyruk her yerde kuyruktur. Sıkıntı verir insana. Beklerken geçen süreye acırsınız. Birkaç satır yazı okuyamazsınız. Biri hemen önünüzdeki aralığa giriverir. Önünüzdekinin ensesine yapışıp, sıcak nefesinizi onun ensesine soluyarak beklemeniz gerekir. Bir anlık dalgınlık, bekleme sürenizi uzatabilecek bir uyanığın önünüze geçmesine neden olur. Bekleme süresinin uzaması sorun değil de, tam kuyruğun başına geldiğinizde, önünüze geçen kişi, işini çabuk bitirmek yerine, bir de görevli ile tartışmaya başlıyarak sabrınızı taşırır.

Sonunda çantaları aranmış, suçsuz insanlar oldukları kanıtlanmış yolcuların karantina kafesine, ben de girdim. Artık tertemiz bir yolcu olarak sabırla bu cam kafeste, kapının açılmasını beklemeliyim. Çantamdan, sakıncalı olmadığı saptanmış kitaplardan birini çıkarıp okumaya başladım. Eski yıllarda, yaşadığımız o zor günler geldi aklıma. Şu kitapların yakıldığı, ya da tutuklandığı, okunmaları "sakıncalı" olan karanlık günler... O zaman, bu yolculuğa çıkıyor olsaydım, çantamdaki bu kitaplarla, şimdi kolaylıkla geçtiğim denetimlerde, biraz zorlanırdım herhalde.

Anımsarım, bir kez yurt dışından bir kurstan dönüyordum, gümrük memuru kitaplarıma takmış ve :

- Bunları okumamız lazım.

demişti. Öyle ya, eğitim görmek için kitap taşımamdan çıkışımı sakıncalı bulmayıp, "Nasıl olsa öğrendiklerini bir süre sonra unutur" diye düşünmüş olmalılar ki, benim özgürce çıkışıma ses çıkartmamışlardı. Ama kitaplarla gelince olay değişmişti. O zaman, çok sakıncalı bulmuşlardı. Bilimsel de olsa "Devlet'in, Milli görüş ve düşüncenin" dışında bir şeyler sokuyor olabilirdim Ülke'ye. Hem de, yer gün gazete ve dergilerde, TV gibi yayın organlarında, herkes "Dış Mihraklar'dan" söz derken...

Şimdi kitap falan, önemli değil. Devlet de uyuşturucu, çete ve bant kayıdı gibi çok daha vahim ilişkilerle uğraşıyor. Zaten halk da okuma alışkanlığını yitirdi. Kısacası kitap okuma eylemi, eski iilgisini kaybetti. Devlet bu nedenle kitabı pek önemsemiyor artık...

Ne mutlu. Ben de özgürce kitaplarımı okuyorum...

Yer görevlilerinin uçağa bineceğimiz körüğün kapısını açıp, bizi uçağa buyur etmelerini bekliyorum. Zamanı geldiğinde, uçuş kartımızın bir bölümünü kesip alıyorlar. Elimde oturacağımız koltuğun yazılı olduğu küçük koçanla, uçağın kapısından içeriye adımımı atıyorum. Yerime oturunca, diğer yolcuların yerleşmesini gözlerken benim için bir kez daha "En uzun gün" başlıyor. Son kez onaltı yıl önce doğuşundan kırk saat sonra batan güneşi görmüştüm.

Bu da ikincisi olacak...

BATIYA GİDERKEN GÖRECELİĞİ YAŞAMAK

Uçak yolculuklarında sunulan yiyecekler, günlük yaşamda yenilenden çok fazla. Herhalde, obur bir kişinin yiyebileceği yiyecek, en çok en kadarsa, hesaplayıp ölçüyü buna göre belirliyorlar. Adamın bir çıkıp da, havada karnını tutarak, iki büklüm kaptana gidip, "Ben doymadım, çok açım" derse, ilk havaalanına zorunlu iniş yapacak değiller ya. Herkese, tıka basa yiyeceği öğünü verip kurtuluyorlar. Bana kalsa, böyle uzun yolculuklarda uçak şirketleri, mutfak olarak kullanılan bölümlerde "açık büfe" yapmalılar. Elimizde tabaklarımızla mutfağın bir kapısından sıraya girip, açık büfeden istediğimiz kadar yiyecek alsak, çok daha iyi olur derim. Böylece hem yemeğin fazlası tabaklarla çöpe gitmemiş olur, hem de kuyrukta elimizde boş tabaklarla beklerken diğer yolcularla konuşarak uzun yolculuğa biraz neşe katmış oluruz. Örneğin :

- Bugün ne varmış menüde?
- Gördüğüm kadarı ile tavuk var.
- Ben tavuk etini pek sevmem. Kanat verseler bari.
- Neden?
- Ben yalnızca kanat etini yiyebiliyorum.
- Ben de but severim.
- Bana but gelirse değişiriz.
- Kabul.
- Salata varmıymış?
- Bilemiyorum Ama salataları çok taze olmuyor.
- Evet. Anlaştıkları "Catering" firması denetlemiyorlar diye salataları şişiriyor.
- Yalnız salatalar mı? Geçenlerde bir başka yolculukta tatlı vermişlerdi. Saatlerce tatlıyla boğuştum durdum. Sonunda elindeki plastik çatal ve bıçaklar kırılınca baktım tatlı pes etmiyor, yiğitlik bende kalsın dedim yemedim tatlıyı.

gibi söyleşilerle yolcular birbirlerini tanımış olurlar. Ayakta kuyrukta beklemenin belki uçağın dengesi ile bir sorun yaratma olasılığı olabilir. Bu durumda hostesler "Bagaj etiket numarasının son üç rakamı" ile ilgili anonsu yaparak yalnızca belli sayıda yolcunun ayakta beklemesini sağlayabilirler. Ayrıca bu uygulama yolcuları, sıkıcı uçak yolculuğunda, "piyango çekilişi" benzeri bir eğlence yaşayarak, "yaşasın sıra bana geldi" diye heyecanlanabilirler bile.

Bu ayrıntıya neden girdiğimi söyleyeyim. Yolculukta dağıtılan ve bilet ücretinin içinde sunulan "ikram" hiçbir zaman bir lokantada yediğimiz gibi lezzetli olmuyor. Aklıma bir başka öneri daha geliyor. Üç beş saat uçtuktan sonra, uçağımız yolumuzun üzerindeki bir alana iniş yapsa ve körüğe yaklaştığımızda hostes hanım: "Uçağımız ... havaalanı dinlenme tesislerinde yemek ve ihtiyaç molası vermiştir. Çaylar şirketimizin, siz sayın müşterilerimize, küçük bir ikramıdır" diye anons yapsa, biz de yarı uykulu gözlerle havaalanına dağılsak, buradaki mağazalardan alışveriş yapsak. İsteyenler alandaki kafeteryada yemeklerini yerken, bir bölümümüz ihtiyacımızı gidersek... Sonra, "İstanbul'dan gelip Chicago'ya giden sayın Türk Hava Yolları'nın TK1486 sefer sayılı uçak yolcuları, uçağınız hareket etmek üzeredir. Lütfen uçağınızda yerlerinizi alınız" anonsu ile uçağa doluşsak, bugünkünden çok daha iyi mi olur bilemiyorum. En azından bu tür otobüs yolculukları, hemen her ülkede var ve yolcuların bir çoğu da bu tür yolculuklara alışıklar. Sanırım bu öneri ilkine göre daha iyi. Hem de yol üzerindeki havaalanlarındaki değişik "Duity Free" magazalardan alışveriş yapma olanağı da doğmuş oluyor. Dönüşte eşe, dosta aldığımız hediyeleri verirken :

- Bunu yol üzerindeki ... havaalanındaki "Free Shop'tan" aldım.

demenin keyfi bir başka olurdu herhalde...

Neden saçmaladığımı söyleyeyim. Kaptan kalkıştan biraz sonra anons yaparak, uçuş hakkında bilgi verdi. Yolculuk oniki saat sürecekmiş. Ben de oniki saat sigara içmeden durmak zorundayım. Sigara içilmeyen yerden vermişler biletimi. Dönüşte açıkça belirteceğim. "Ben sigara içerim" diye. Baksanıza nikotin eksikliğinden hayal görmeye, uçuk düşünceler üretmeye başladım bile...

Kaptan uçuşumuzun oniki saat süreceğini söylüyor. İstanbul, Chicago arasında sekiz saat zaman farkı var. Oniki saat uçtuktan sonra oranın yerel saati ile aynı gün öğleden sonra alana inmiş olacağız. İstanbul'dan sabah 10.30'da yola çıktığımıza göre, dünyanın kendi etrafında dönüşünden biraz yavaş uçuyoruz gibi geliyor bana. Aslında bir helikopter gibi havada öyle asılı kalsak ve dünya altımızda dönüyor olsa, biz ileri gitmesek, 11 saat sonra San Fransisco'nun bulunduğu boylama gelmiş olurduk ve yerel saat 10.30 olurdu. Çünkü İstanbul ile San Fransisco arasında 11 saat fark var. Şimdi Chicago ile İstanbul arasındaki yolculuğu düşünüyorum. Chicago ile İstanbul arasında sekiz saat zaman farkı var. Havada asılı duran bir cisim, sekiz saat sonra Chicago'nun bulunduğu boylama gelmiş olurdu (dünya batıdan doğuya döndüğü için). Ama Kaptan'ın söylediklerine göre biz 12 saat sonra Chicago'ya varmış olacağız. Bu işi pek anlamış değilim. Havada duran, hareket etmeyen bir cisim (söz gelimi bir helikopler) varacağı yere bizim uçağımızdan daha hızlı gidiyor. Halbuki biz ileriye doğru uçuyoruz. Emin olmak için camdan dışarıya bakıyorum. Evet aşağıda geriye doğru kayan kentleri, dağları görüyorum. Yani biz ileriye doğru gidiyoruz. Bu ne biçim iştir? Bir bilene sorsam iyi olacak. Sanırım süreyi uzatıp, Chicago'ya aynı yerel saatle varmamak ve yolcuların zaman kavramını iyice allak bullak etmemek için, kutuplarla ekvator arasında zigzag çizerek uçuyor olmalıyız. Ama camdan bakınca pek öyle görünmüyor. Hep ileriye ve dümdüz uçuyoruz gibi geliyor bana...

Şu okulda okuduğumuz dönemlerden kalan "Görecelik" kuramı ile ilgili kitaplarımın tozunu silsem ve yeniden okumaya başlasam iyi olacak herhalde. Bu basit olayı bile "İçinde yaşarken yazıp anlatayım" dedim. Olmadı. Halbuki biz eskiden ikiz kardeşlerden biri, ışık hızının bilmem kaçı kadar bir oranla uzaya gidip, en yakın yıldızdan geri döndüğünde, ikiz kardeşlerden hangisinin daha yaşlı olduğunu hesaplardık. Sanırım bu dersten "A" (Pekiyi) bile almıştım. Nerede o eski yıllar. Baksanıza, bilgiyi kullanmayınca unutuveriyor insan. Ben bilemem ki, şu Einstein'ın bulduğu "Görecelik Kuramı'na" tüm ömrüm boyunca onaltı yıl arayla, iki kez gereksinim duyacağım. Bilseydim, eski notlarımı karıştırırdım uçağa binmeden. Kendi kendime bu saçma soruları sorup durmazdım. Eğer benim gibi bu tür yolculuklara çok sık çıkmayanlardansanız, lütfen "Görecelik Kuramı" hakkında Einstein tarafından yazılan kitabı okuyun. Siz de benim gibi "herşeyi karıştırmayın" derim. Sanırım bilgin, kuramı halk tarafından da anlaşılsın diye, bilimsel anlatımı ve kuramları içermeyen ve basitleştirilmiş bir dille yayımlamış bu kitabı. Okumayanlara okumalarını öneririm. Ben pişman oldum bile.

Gerçeği pek bulmuş değilim ama ya ben sigara içmediğim için nikotin krizine girdim, herşeyi karıştırıyorum, ya da 12 saat sürecek bu yolculukta kendimi avutacak uçuk düşünceler ve kuramlar üretmeye çalışarak zaman öldürüyorum. Çünkü şu ekrandaki film beni bunaltı...

Uzun yolculuklarda "İnsanlar oturdukları yerde sıkılmasınlar" diye gösterilen filmleri nereden buluyorlar bilmiyorum. Ama alımı yapanları kutlamak isterim. Bu kadar dünya koşullarından uzak, bu kadar suya sabuna dokunmayan, konusu bile olmayan film seçmek ve renksiz bir dünya görüşü yansıtmaya çalışmak konusunda gösterdikleri başarıyı, kutlamak isterim. Gösterilen film ilgimi çekmeyince, yanımdaki yolcu Türk'e benzediği halde (sonradan öğrentim İran'lıymış), Türkçe bilmediği için anlaşamayıp onunla konuşamayınca, başka yapacak birşey bulamadım. Kah kitap okuyorum, kah kafama takılan bu komik düşünceleri defterime yazıyorum. Bir daha aklıma bile gelmeyecek komiklikler bunlar. İleride kendi başıma kalacak olursam, yazdıklarımı okuyup gülerim diyorum...

Bence sinemaların yıllarca krize girmesi, uçak yolculuğu yapanların sayısının artması ile doğrudan ilintili. Neden mi? Söyleyeyim. Bu filmleri izleyen bir yolcu sanmam ki bir daha sinemaya gidip film izlesin. Oturduğu koltuğa emniyet kemeri ile bağlı iken bu filmi izleyen birinin, hangi sinemaya giderse gitsin, hangi rahat koltuğa gömülüp keyifle sinema izlemeye kalkarsa kalksın, aklına hep bu işkence gelecek; Koltuğa bağlı, zorunu olarak izlediği film. Böyle olunca bir daha sinemaya gitmeyecek. Bu psikolojik sorun çözümlenmeden, sinemanın içine girdiği bunalımdan çıkmasını pek beklemiyorum doğrusu.

Sinema sevenler. Size sesleniyorum. Sakın uzun uçak yolculukları yapmayın. Bırakın başkalarına aldırmayın. Bence gemi ile falan yolculuk yapın. Sinemaya olan sevginiz azalmasın...

Önümdeki koltuğu arkasındaki masayı açıp, bu satırları defterime yazarken, "Nasıl bir tarih atmalıyım?" diye düşünüyorum. Doğrusu yazıyı bitirirken böyle bir sorunla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Sanırım başkalarının, uçarken yazı yazmamaları da bundan kaynaklanıyor. Ben bir yazıya tarih atarken, yanına nerede yazıldığını belirtmek için kentin adını yazarım, sonra da günün tarihini. Bu yazıyı İstanbul-Chicago yolculuğu sırada havada yazıyorum. Aslında şu anda dünyadan 33000 ayak (feet) uzaktayız. Yani atmosferde (ya da uzayda) bir yerdeyiz. Bu çok kötü işte. Bir düşünün hele. Dünya dönüyor. Bizi de onunla beraberinde döndürüyor (çekim gücü nedeniyle). Dünya batıdan doğuya dönerken biz de diğer yöne doğudan batıya gidiyoruz. Bir de içinde bulunduğumuz uzay hareket halinde. Kısacası herşey ve herkes hareket halinde. Bu dinamikliğin içinde yazı yazmak çok ilginç ve sorunlu. "Acaba yazıya 'Dinamiznin içinden' diye başlık atıp, tarihine de 'uzay tarihi bilinmiyor' diye mi yazsam?" diyorum. Havada yazdıklarım için belki bu başlık idare eder de, ya yere indiğimizde ne olacak? O zaman çok iddialı bir başlık olmaz mı?

 

HAVADA GÜNDÜZ VE GECE

Ben bu satırları yazarken Türkiye'de saat, öğleden sonra dört oldu bile. Hostesler geldiler. Uçağın camlarındaki pancurları kapattılar. Sonra Uçağın tüm ışıklarını söndürdüler. Kısacası bizi, ışıl ışıl parıldayan güneşten saklayıp, yapay gece oluşturdular. Böylece vücudumuz gece olduğunu sanıp "Uyumam gerekiyor" diyecek. Sekiz saatlik zaman farkını böylece kapatmış olacaklar herhalde. Vücudumuzu yapay gece ile kandırıp, yeni koşullara uydurmaya çalışıyorlar. Birçok yolcu bu koşula ayak uydurmak için gözlerini kapatıp, uyuklamaya başladı bile. Sanırım bu yolcular çok deneyimli. Başlarına geleceği biliyorlar. Hemen uykuya dalıp vücutlarını koşullandırmaya çalışıyorlar.

Ben, gece uykusu kaçınca, ev halkı rahatsız olmasın diye, sesizce evin içinde dolaşan yaşlı dedeler gibiyim. Başka yolcuları rahatsız etmemek için oturduğum yerde, koltuğun üzerindeki ışıktan yararlanarak, kah kitabımı okuyorum, kah defterime yazı yazıp duruyorum. Uykum da yok. Nasıl olsun ki? Ben daha yeni kalktım yataktan. Bence o kadar zaman geçmedi bile. Ben de herkes gibi "camları kapattık, ışıkları söndürdük, artık gece oldu" deyip, gözlerimi kapatamıyorum. Vücudumu şu yeni ortama alıştırmakta güçlük çekiyorum. Bir de hemen yanımdaki camın pancuru arkasından parıldıyan güneşi ve cama vuran sıcaklığını hissetmesem, belki vücudumu kandırabilirim. Ama ya beynimi? Onu nasıl kandıracağım. Olmuyor. Okumaya devam ediyorum. İyi ki kitaplarım var yanımda...

 

*

Yaşasın! Açık büfe çağırıma herkes uydu sonunda. Oturmaktan sıkılan ve benim gibi yapay gecenin varlığına inanmayan tutucu yolcular, tek tek arkaya, mutfağın olduğu yere gidip, kendilerine kola, soda, içki gibi içecekler hazırlayıp, yeniden yerlerine dönüyorlar. Gülüyorum. Ben evimde gece uykum kaçınca, dolabı açar yiyecek birşeyler bulmaya çalışır, kendime bir sandviç yapardım. "Karnım doyunca uykum gelir belki" diyerek. Şimdi bakıyorum da, yolcuların çoğu benim gibi yapıyor. O halde onlar da evlerinde, uykuları kaçınca, soluğu buzdolabının gizemlerini araştırmakta alıyorlar. Demek ben yalnız değilmişim. Hep merak ederdim. "Acaba bu benim bir hastalığım mı?" diye. Artık bu sorunun, beni kuşkuya düşürmesine gerek yok. Pekçok insanca yapılan, doğal davranışlardan biri olduğunu anlamış bulunuyorum. İçim huzur içinde okunması biten kitabımı çantama koyup, yeni kitap daha çıkararak ilk sayfadan okumaya başlıyorum...

Dalya...

 

Artık Amerika kıtasına ulaştık. Daha üç saatlik yolumuz varmış. Yolcular sabırsız. Koridorda, ayakta ve mutfakta bir araya gelip aralarında konuşuyorlar. Türkiye'de saat, sabahın ikisi. Üzerimizde uçtuğumuz yerin yerel saati ise, öğleden sonra saat iki buçuk. Varacağımız yerde ise saat, daha sabah onbir. Orada öğlen bile olmadı. Bunları uçaktaki televizyon ekranına yansıyan uçuş bilgileri arasından aldım.

Sonunda şu görecelik kuramının oluşturduğu sorunu çözdüm galiba. Biz havalandığımızda uçağımız doğudan batıya giderken, dünya batıdan doğuya doğru hızla dönmekte. Dünya'nın kütlesi bizim küçücük uçağa göre çok büyük olduğundan, bizi kendi döndüğü yönde geriye doğru sürüklüyor. Bu durumda uçak, dünyanın kendi ekseni çevresindeki dönüş hızında daha hızlı ilerlemeli ki, hep İstanbul üzerinde uçuyor olmayalım, biraz ilerleyebilelim. Biz ileriye doğru gidiyoruz derken, dünya bizi kendi döndüğü yöne doğru çektiği için geri geri gidiyoruz aslında. Bu nedenle zaman geçiyor. Hızlı gidemeyip, zaman kaybediyoruz. Bir de bu işin dönüşü var doğal olarak. O zaman ne olacak? Dünya bu kez de bizi kendi dönüş yönünde sürüklerken, biz de aynı yönde ilerleyeceğiz. Biraz daha hızlı döneceğiz gibi geliyor bana. Yokuş yukarı çıkarken çok güç harcayıp, ilerlemeye çalışmak gibi bir şey bu. Yokuş aşağı çoğu zaman koşarak, hızla inersiniz ve öyle büyük bir emek de harcamazsınız. Sanırım bizim uçağın durumu da aynı. Şimdi çok emek harcayıp bir arpa boyu yol alırken, dönüşte koşar adımlarla kat edeceğiz bu yolu...

Böyle pek açıklayıcı olmadı sanırım. "Bize aydan bakan birinin gözü ile olayları anlatırsam çok daha anlamlı olur" diyorum. Ayda yaşayan birisi, ayın yüzeyinde olduğu için kendisini duruyor sanıp, bizim ve dünyanın döndüğünü görecektir. Aydan dünyaya bakan birisi, bizim uçağımızı görebilirse, bizim çok yavaş ilerlediğimiz halde nasıl oluyor da havada kalıp düşmediğimizi düşünecektir. Dönüşte, bizim yere göre olan hızımız, dünyanın dönüş hızıyla birleşeceği için, hızla gidiyoruz sanacaktır. Ama yine hayret içinde kalıp, bu kadar hızla ilerlediğimiz halde, hala neden gideceğimiz yere varamadığımızı bir türlü anlamıyor olacaktır.

Bu satırları yazarken birden aklıma geldi. İşi biraz daha karıştırmak için şu bizim ay sakinini oradan alıp, güneşin üzerine konduralım. O zaman çevremizdeki herşeyin fırıl fırıl döndüğünü görürüz herhalde...

Halbuki yerimizde otururken herşey çok daha kolaydı. Dünya bizi kendi çevresinde döndürüp duruyor, ama biz hiçbirşeyi fark etmeden yaşayıp gidiyorduk. Internet'te geziniyorduk. Önümüzdeki ekrana, dünyanın herhangi bir yerinden, bir sayfa geliveriyor ve okuyorduk. Sayfa, ekranda biraz yavaş görüntülenince sinirlenip "Neden bu kadar yavaş" diye söyleniyorduk. Bizler yaşadığımız ortama alışınca, zaman ve hız kavramlarımızı bu ortama göre düzenliyor olmalıyız. Bence Internet'teki yavaşlıktan söz edenleri, şu anda benim yaşadığım koşullara getirmek gerekli. Ben şu anda, oniki saat sürecek olan bir yavaşlığın içindeyim... Örneğin, Chicago'nun uçaktan görüntüsünü izlemek için bekleme sürem tam oniki saat olacak. Halbuki bir uçakta bulunan bir kamera ile her dakika yerin resmi çekilse ve Internet'ten yayımlansaydı, ben bu kadar çok beklemek zorunda kalmamış olurdum. Şu oniki saatlik süreyi, ekranımın başında bir sayfanın gelmesi için beklediğim dakikalarla karşılaştırmak bile istemiyorum. Bu nedenle bazen kendime kızıyorum "Internet'te beklerken, neden bu kadar sabırsız oluyorum" diye. Halbuki şu oniki saatte ortalama 1-2 dakikalık beklemelerle Internet'te 400'den çok sayfayı dolaşmış olurdum...

Onbeş, yirmi yıl önceydi sanırım, "Eğer uçak teknolojisi bilgisayar teknolojisi kadar hızla gelişseydi, dünyanın çevresini 8 dakikada, 25 cent harcıyarak dolaşabiliriz" diye bir slogan ileri sürmüşlerdi. Bakıyorum da, uçaklarda gelişim, hala beklenen düzeyde değil. Ama biz, bilgisayar aracılığı ile dünya çevresindeki turumuzu çok kısa sürede atabiliyoruz. Bence böyle uzun süren yolculuk eziyetine neden olan uçak teknolojine, daha radikal çözümler bulmalılar. Bugünkü çağdaş teknolojik gelişmelere yakışan çözümler...

Türkiye'de artık hava karardı. Herkes evinde hafta sonunun son saatlerini, yeni bir haftaya hazırlanarak geçiriyor. Ütü yapanlar, TV izleyenler. Birkaç saat sonra çocuklar uykuya geçmiş olacaklar. Ben hala yanımdaki camı açamıyorum. Plastik pancur, üzerine vuran güneş ışınları ile sıcacık olmuş bile.

Hala güneş yüksekte ve tepeden tüm sıcaklığını cama vuruyor. Bizim yapay gece bitti artık. Birazdan acıkan midelerimize, uçakta verilen öğle yemeğini indirip, Amerika kıtasındaki yaşama ayak uydurmaya başlıyacağız.

Ben bu yolculuktan bir sonuç çıkarttım. Bana göre: Böyle uzun yolculuklarda, uçağa binince, yaşam biçiminizi hemen gideceğiniz yerin koşullarına uydurmak gerekli. Orada gece ve gündüz ne zaman oluyorsa, siz de, uçakta yaşamınızı ona göre düzenlemelisiniz. Böylece vardığınız yere inince geceniz gündüzünüze karışmamış olur.

 

İNİNCE

Chicago havaalanı NewYork havaalanı kadar büyük değil ama bizim ölçülerimize göre yine de büyük. Anımsadığım kadarı ile aynı anda beş kadar uçağın inişe geçtiği NewYork havaalanı ile burasını karşılaştırmak gereksiz. Burada en çok bir kaç uçak, aynı anda inişe geçebiliyor.

Burada alan, çok düz ve geniş olduğu için binaları yaymışlar. Her yerde havaalanı binası var. Uçakların yanaşacağı körükler o kadar çok ki saymaya kalkmadım bile.

Havadan bakınca Chicago, kocaman bir gölün kenarında düzgün bir alan üzerine kurulmuş bir kent. Bu alanda, aralara sepiştirilmiş küçük göletler var. Göletlerin arasında evler ve yerleşim merkezleri, ya da iş merkezleri. İş merkelerini, yüksek binalardan anlıyorum. Evlerin hemen hepsi bahçe içinde. Bizim villa dediğimiz türden tipik Amerika evleri.

Bağlantılı uçağım 15.45'de kalkacak. Bizim uçağın tekerlekleri piste değidiğinde saat 15.00 olmuştu. Bu durumda körüğe yanaşıp uçaktan çıkmak, pasaport ve gümrük denetimlerinden geçtikten sonra uçağa yetişmek gibi bir şansım pek yoktu. Kaçan uçak yerine, bir sonraki uçakla gitmek gibi bir sorunum olacak. Böylece yeni ülkeye ayak basarken 1-0 yenik başlıyorum.

Uçak, körüğe yanaştığında saat 15.30 olmuştu. Yaklaşık onbeş, ya da yirmi dakika içinde uçaktan inmek, pasaport denetiminden ve valizlerimi toparlayıp gümrükten geçmek için yetti. Herşeyin beklediğimden çok daha hızlı olması, benim uçağı kaçırmama engel olamadı. Elimdeki biletle, United Airlines bankosuna geldiğimde, uçak çoktan kalkmıştı...

Bankoda duran görevliler, ayakta bekliyorlar müşterilerini. İşini bitiren kafasını kaldırıp "Başka bekleyen var mı?" diye soruyorlar. Hızlı ve bizim alışık olmadığımız bir servis anlayışı. Bizimkiler hemen her şeyi ABD'den alıp bir kopyasını oluşturmaya çalışırlarken bu hizmet anlayışını neden göz ardı ediyorlar da, hala Osmanlılardan kalan uyuşuk davranışı sürdürmeye çalışıyorlar anlayamıyorum. Uçuş kartımı alıp, valizlerimi teslim ettikten sonra alanı dolaşmaya pek fırsat bulamadan, hemen uçağın kalkacağı kapıya koşuşturdum. Herşey çok hızlı geçti. İç hatlar bölümündeki çıkış kapısına doğru yürürken şöyle bir vitrinlere baktım. Dükkanları ile, barları ve "fast food" arabaları ile sıradan bir alan. Buradaki tek ayrıcalık, dükkanların sayısının büyüklükle orantılı olarak çok olması. Her yerde "fast food", kahve, cips, sakız ve kurabiye satan arabalar var. Bu arabalarda satılan mallara bakınca, kendimi Ataköy'de her sabah gittiğim bakkalın ve kuruyemişçinin önünde sandım birden. Bizim kuruyemişçi sıcak su ile kahve ve çay servisi yapsa bu arabalardan bir farkı kalmayacak.

Malı sergilemek ve reklam yapmak sanırım ABD ürünü bir kavram. Bizim yaşadığımız yörelerde bir sokağa girdiniz mi, tüm dükkanlar yan yana dizilmiş, vitrinleri doldurulmuştur. Siz hangi malı almak istediğinizi bilin yeter. Bu sokakta dolaşarak, vitrinlere bakarak alışveriş yaparsınız. Bazen aynı tür malı satan dükkanların hepsini, aynı sokak üzerinde bulursunuz. Nasıl rekabet yaparak mal sattıklarına benim pek aklım ermiyor, ama bizde dükkanlar, sokaklar ve alışveriş merkezleri hep böyle. Burada olay çok farklı. Alan çok geniş olduğu için yakın olma, ya da yan yana dizilme gibi deyimler genel olarak büyük bir değişime uğramış. Ölçüler bizimkilere pek benzemiyor. Aslında kendileri de bunun bilincinde olmalılar ki reklam yapıyorlar: "En iyi benim malım ve Ben buradayım" diye.

Minneapolis S.Paul havaalanından bindiğim taksiye, Holiday Inn oteline gitmek istediğimi söylediğimde, bana uzunca bir liste sundu ve:

- Hangisine? Burada o kadar çok Holiday Inn Oteli var ki?

O an paniğe kapılmadım desem yalan olur. Hemen elimdeki notlara baktım. Holiday Inn Express yazısını göstererek

- "Bu otel olmalı".

dedim. Benim gösterdiğim otel, taksi şoförünün listesinde yoktu. Taksi şoförü konuşurken çok dikkatle dinlemeye çalışıyorum ama olmuyor. Şu kara derililerin İngilizce'lerini bir anlayabilsem. Ne iyi olacak. Aksanlarını hala kavramış değilim. Sonunda taksi şoförü benimle anlaşmaya çalışmak yerine en yakın Holiday Inn'e gidip adresi resepsiyondan öğrenmek konusunda bir öneri getirince, hemen onayladım. Havaalanlarına yakın, mutlaka bir Holiday Inn olur. En yakın otelin resepsiyonunda duran çekik gözlü, sarı tenli, gözlüklü gence adresi sorduğumuzda, hiç düşünmeden resepsiyonun altındaki bir raftan elle çizilmiş bir kroki çıkarttı ve:

- Şimdi buradayız, gideceğiniz yol şu ve otel burada.

diyerek bulunduğumuz yeri göstermek için elindeki kalemle bir çember çizdi, sonra, kalemle yol olarak gösterdiği çizgilerin üzerinden gitti ve bir ikinci çember çizerek varış noktamızı belirtti. Taksi şoförüne dönüp:

- Tamam mı? Anladım mı?

diye sordum. Şoför kağıdı eline aldı. Taksisine döndü. Ben de peşinden.

Taksiye girince "Sonunda yerime ulaşacağım" diye mutlu olurken taksi şoförü biraz tedirgin, elindeki krokiye bakarak yavaşça yola koyuldu. İlk kavşağa geldiğimizde, "Sanırım burayı kastetti" diye kendi kendine söyleniyordu. Ben yalnız başıma olmadığım halde yolu bulamamış olmamızın, benim sorunumdan değil de, kaderimden kaynaklandığını düşünmeye bile başladım. Öyle ya, ilk defa geldiğim bir yerde, "Bu yolda sapacaksın" diyemem ya şoföre. Beni tanıyanlar bilirler. Ben yirmi beş yıldır yaşadığım istanbul'da bile iyi tarif etmezlerse yolu zor buluyorum. İlk kez bulunduğum bir kentte, daha yön duygularım bile gelişmeden, yolu nasıl bulabilirim ki?

Sonunda üzerinde Holiday Inn Express yazan bir binaya yaklaştık. Benim sevincim sonsuz. Her kavşakta yavaşlayıp sokak adlarını inceleyen bir şoförle tüm Minneapolis'i dolaşmak da vardı. Eşyalarımı şoför taşırken, ben de resepsiyondan içeriye girdim. Resepsiyonda görevli bayana keyifle rezervasyon numaramı verdim. Öyle ya otel adı da tutuyor. Aradığım yere ulaşmış olmalıydım. Burada yerleşirim diye düşündüm. Önümdeki müşteri oda isterken "sigara içilen" bir oda istedi. Kendisi içiyormuş ama yanındaki genç içmiyormuş. Bunu neden belirtmek durumunda kaldı pek anlamadım. Ama ben de kesinlikle sigara içilen bir oda isteyeceğim. Rezervasyon numaramı bilgisayara giren bayan, rezervasyonumu bulamadığını söyleyince hemen şişmanca bir bey, numarayı yeniden yetkili bir şifreyle bilgisayara girdi ve bana:

- Bu bir başka otele ait rezervasyon.

dedi. Bu arada bizim taksi şoförü, ücretini almış olduğu için ortalıktan kaybolmuştu bile. Onu bulup eşyalarımı taşıtmak ve öteki otele gitmek olanaksızdı. Zaten bekliyor da olsa, ben bir başka şoför ile denemek isterdim ikinci yolculuğu. Arabam olmadığını söyleyince, bana taksi çağıracaklarını ve taksi şoförüne yolu tarif edeceklerini söylediler. Buna pek sevindim. Biraz sonra taksi geldi. Bu kez biraz daha yaşlı bir siyah şoförle yola koyulduk. Bindiğim taksi eski bir Amerikan arabası. Şu göbekten vitesli arabalardan. Yıllarca yıkanmadan kullanılmış. Yılların kokusu tüm araca sinmiş. Ya da şoför böyle kokuyor. Bir yerde okumuştum, "Bazı siyahların tenleri çok kötü kokarmış" diye. Belki de zavallı şoförün teni kokuyordur. Her neyse. Bu koku beni rahatsız etmiyor. Yolun sağından yavaş yavaş gidiyoruz. Arada konuşmaya çalışıyoruz. Benim anlattıklarımı o anlıyor da, ben bir türlü onun söylediklerini anlıyamıyorum. Konuştuğunda cümlesinde bir kaç sözcük yakalarsam, olumlu yanıt vermeye çalışıyor, ya da "Eh", "Ya" gibi sözcüklerle anlıyormuş gibi davranıyorum. İşte böyle bir söyleşiden sonra Otel'e vardık. Resepsiyona gelince "sigara içilen" bir oda istedim. Sigara içmeden bu satırları yazamıyacağımı düşünüyordum.

Sonunda havaalanından sonra uğradığımız üçüncü Holiday Inn oteli benim rezervasyonumun yapıldığı yermiş. Az daha tüm eyalet içindeki Holiday Inn otellerini dolaşarak geniş bir "Rehber" yapma olanağına kavuşacaktım. Olmadı. Oteldeki odam belirlendiğinde saat akşam üstü 6.00 olmuştu. Türkiye'de ise sabah saat 2.00. Orada yeni bir gün başlamış olduğu için sağ olarak ABD'ye vardığımı söylemek amacı ile kimseyi gece ikide uykusundan uyandırmak istemedim. Zaten tüm günün yorgunluğu göz kapaklarıma birikmişti. Onları açık tutabilmek için çok emek harcıyordum.

Elimde valizlerle odama doğru yürümeye başladım...

 

BİR OTEL ODASINDA

Odanın kapısını manyetik kart ile açtıktan sonra eşyalarımı yere bırakıp, girişteki elektrik düğmesini çevirdim. Giriş bölümü aydınlanınca, eşyalarımı odaya taşıyıp, kapıyı kapadım. Şöyle bir çevreme bakındım. Sol tarafta bulunan banyonun açık kapısından başımı içeriye uzatarak, elektrik düğmesini çevirdim ve banyo aydınlandı. Hepsi bu kadar...

Oda içindeki diğer beş lambayı tüm uğraşılarıma karşın ilk yarım saatte açamadım. Onlara elektrik veremeyince, yarı karanlık odada oturmak zorunda kaldım. Lambanın üzerindeki metal düğmeye bastırdım olmadı. Tutup çektim olmadı. Sağa sola salladım, oynatmaya çalıştım olmadı. Belki elektrik yoktur diye elimdeki kapı kartını bir yerlere sokmaya çalıştım. Öyle bir yarık bulamadığım için bu denemem de boşa gitti. Görebildiğim tüm elektrik düğmelerini çevirdim, giriş ve banyo daha çok aydınlandı ama oda hala karanlıkta duruyordu. Artık halıda dört ayak üzerinde, emekleyerek, elektik düğmesi aramaya başlamıştım. Koltuğun dibine, Yazı masasının duvarla birleştiği yere, TV'nin durduğu komidinin arkasına bakındım. Yoktu... Şu meret lamba nasıl yakılayacak bulmaya çalışırken birden elimin altında tutuğun düğmenin ekseni çevresinde döndüğünü hissetim. Düğmeyi çevirmekten başka seçeneğim olmadığı için son bir kez de bunu denedim. Hem de doğru yöne çevirmişim olmalıyım ki, lamba birden medeniyetin ışığını yaydı odanın içine. Hemen koştum, bütün lambaları aynı biçimde yaktım. Artık karanlık odada el yordamı ile yolumu bulmaktan kurtulmuştum.

Işıl ışıl parlayan odada, eşyalarımı valizden çıkarıp, girişteki duvar girintisine yerleştirilmiş askılara astım. Burası kapaksız bir gardrop gibi hazırlanmış. Bir metal çubuk, üzerinde çeşitli aksılar, duvarda bir ütü tahtası ve bir ütü, birkaç tane boş poşet. Valizden çıkarttığım buruşmuş elbiseleri askıya astıktan sonra yatağa doğru gittim.

Yatağın eni boyundan geniş. Şişman bir Amerika'lının eşi ile rahatça yatabileceği kadar geniş bir yatak. Benim gibi dört kişi rahat sığar. Bu yataktan edindiğim ilk izlenim; Amerika'lıların boydan çok enine gelişme gösterdikleri...

Çok erken, hatta gece yarısı uyanacağımı bildiğim halde herhangi bir olası yanılgıyı önlemek için odadaki saatin alarmını kurmaya çalıştım. Alarmı saat 7.00 ye göre ayarladım ama daha yatağa uzanmadan alarm çalışmaya başladı. Dikkat etmemişim. Alarmı sabah 7.00'ye kuracağıma akşam 7.00'e kurmuşum. Burada günler yirmidört saat üzerinden değil de oniki saat üzerinden değerlendirildiği için bu yanılgıya düşmem doğal olmuş. Saatin alarmını düzelttikten sonra huzur içinde gözlerimi yumdum. Türkiye'de sanırım sabah 3.30 olmuştu. Ben daha yeni batmakta olan güneşin bıraktığı alaca karanlığa bakarak, gece olmasına hazırlanıyordum. Hala camdan dışarıya bakınca, yolu ve çevreyi görebildiğimi düşünerek en uzun günü bitirdim. Bu kez toplam 20 saat kadar güneş hiç batmamış oldu...

Gece saat 1.00 gibi gözlerimi açtım. Türkiye'de sabah saat 8.00 olduğu için vücudum alışık olduğu saatte dinlenmiş olduğu varsayımı ile gözlerimin açılması için beynime emir yağdırmış: "Haydi kalk artık! Uyan!" diye. Vücudum hala İstanbul'da sanıyor kendisini. O buralara geldiğimin bilincinde bile değil. Vücut saatimi kandırmak için hemen gözlerimi yumdum ve uyumaya çalıştım. Çok geç yattığımda, ya da uykumu alamadığımda, bazen bunu Türkiye'de de yaparım. Bu biçimde, onbeş dakikada bir gözlerimi açarak, yarı uyur yarı uyanık bir halde saat 3.00'e kadar yatakta debelendim durdum. Belki kalksam ve birşeyler yesem daha iyi uyurum ama, gecenin bu saatinde (daha doğrusu sabahın bu saatinde) yiyecek ne bulabilirim ki? Saat dört olunca yataktan kalktım ve başımdan geçenleri yazmaya başladım...

Sonra yorulup, yeniden yatağa uzandım. İki saat kadar uyumuşum. Bir saat daha yatakta yuvarlandıktan sonra saat yedide ayağa kalktım. Saat sekiz gibi kahvaltıya gittim.

Sıradan bir sabah kahvaltısı. Otelin lobisinde bir köşeyi mutfak gibi hazırlamışlar. Öyle çok çeşitli yiyecekler yok. Tereyağı, ince dilinmiş sandviç ekmekleri, bal, süt, mısır gevreği çeşitleri, eritme peynir, meyva suyu ve kahve. Hepsi bu. Amerika'lılar yıllar önceki beslenme alışkanlıklarını yitirmişler. O zaman kocaman tabaklarda omletiyle, etlisiyle, tuzlusuyla dolu dolu kahvaltı yaparlardı. Şimdi "kıta kahvaltısı", olanlar için de yeterli. Uzun ve sağlıklı yaşam için "kıta kahvaltısı" en iyisi olmalı. Zamanla tüm insanlar bu beslenme biçimine yöneliyorlar. İri göbekli Amerika'lılar çocuklarına daha sağlıklı beslenmeyi öneriyor, hatta bunu alışkanlık haline getirmelerini sağlamaya çalışıyorlar anlaşılan. Gençliklerinde çatlayıncaya kadar yemek yemiş olan orta yaşlı Amerika'lılar, belki o zamanlar atletik yapıları ile iri kıyım duruyorlardı. Şimdi otel lobisinde gördüklerim öyle değil. Bunlar, kocaman göbekleri ile yürümekte güçlük çeken şişko insanlar...

Amerika'lılar kanser korkusu ile sigara içmeyi bırakınca, kalp hastalığı ile burun buruna gelmişler. Bunu önlemek için hepsi doğal besine yönelmişler. Yoğurt satışları sanırım en üst düzeyde. Eskiden midesi ağrıyanlar, bir gün önce içkiyi fazla kaçırdığı için midesi bulananlar, yoğurt yerken, şimdi herkes sabah kahvaltısında yoğurt yemeye çalışıyor. Bunu alışkanlık haline getirmeye uğraşıyorlar. Bu kadar çok yoğurt yediklerini görünce üzülmedim desem yalan olur.

Yakında bizim Super Market'lerde, ABD kaynaklı yoğurtlar satılır gibi geliyor bana. Biz onlara benzeyeme çalışıyoruz ya. Kendi yoğurdumuzu bırakır, onlarınkini ithal edip, yemeğe başlayabiliriz...

 

İLK GÜN VE ALIŞVERİŞ MERKEZİ

Sabah toplantım var. Yakındaki bir firmaya gideceğim. Resepsiyondaki bayandan bana bir taksi çağırmasını istedim. "Bizim Van'ımız var. Biz bırakalım sizi" dedi. Çok güzel bir davranıştı. Sevinerek kabul ettim. Bekliyorum birisini çağıracak ve "Beyefendiyi lütfen şu adrese bırakın" diyecek. Ama kimseyi beklemeden, ön büronun arkasındaki odadan montunu kaptı, bir yandan giyinirken bir yandan da "Haydi gidiyoruz" dedi. Anlaşılan beni kendisi bırakıp hemen geri gelecek, görevine devam edecek. Unutmuşum. ABD'de pek öyle hizmetli kavramı yoktur. Bazı işleri çalışanlar kendi işleri varsayarak yaparlar. Hem hiç gocunmadan. Bizde ise masa başında oturana iki de hizmetli atarız. Biri getir, götür işleri için, diğeri çay, kahve taşımak için. Eh, bu çok doğal. Ne de olsa Padişah torunlarıyız. Kanımızda var soyluluk... Kızcağız arabanın ön kapısını açtı. Önce benim oturmamı bekledi. Sonra kendisi direksiyona geçti ve adresi bildiğini söyleyerek yola koyuldu. Beş dakika sürdü sürmedi, beni firmanın önüne getirmişti. Misafir kapısına bıraktı. Belli ki daha önce başkalarını da getirmiş buraya. Firma da benim yerimi ayırırken bu oteli, aralarındaki bu iyi ilişki yüzünden seçmiş olmalı.

Resepsiyondaki kız beni bırakıp gitti. Ben misafir kapısına gelince öyle kaldım. Bir kapı kolu, ya da bir zil falan yok. Düz cam kapı. İçerisi tümüyle gözükmüyor ama karanlık bir koridorun devamında ışık altında oturan bayanlar görüyorum. Kapıya doğru işaret ediyorlar gibi. Hatta konuşuyorlar da. Ama ben onların söylediklerini anlıyamıyorum. Şu dudak okumayı hala becerememiş olduğuma şimdi daha çok üzüldüm. Öğrenebilmiş olsaydım, söylediklerini ne kolay anlamış olurdum. Sinirle "Bana işaret edeceklerine neden kapıyı açmıyorlar?" diye söyleniyorum. Ben bu arada kapıya bir kez yüklendim, "Belki içeri açılır" diye ama olmadı. Sanırım ne içeriye ne de dışarı açılacak. İçeriden birileri bir düğmeye basmalı ki kapı ses çıkarsın, biraz aralansın ve ben de kapıyı iterek içeriye girebileyim. Benim beklentim böyle. Bu sırada el kol işaretlerinden kapının yanlış yerinde durduğumu, diğer yöne geçmem gerektiğini anlıyarak, yerimi değiştiriyorum. İşte o zaman sorun çözülüyor. Oradaki camlı kapıyı (tam anımsanıyorum ama) ya iterek, ya da çekerek açmayı becerip, içeriye giriyorum. İçeri girince tam bayanlardan özür dilemek üzereyken:

- Sorun etme, bu hemen her gün oluyor.

diyorlar. Bu ülkedekiler anladığım kadarı ile bazı komik olaylar çok sık yaşandığında alışmışlar, önemsemiyorlar. Doğal karşılıyorlar. Uçağı kaçırdığımda Chicago'daki görevli çocuk da olayı kanıksamış olduğunu, gösterdiği sıradan davranışla belli etmişti.

Ben beklerken Gary geliyor. Beni önce kantine götürüp, kahve ısmarlıyor. Bizim büyük boy kola bardakları büyüklüğünde kocaman bir bardak alıyoruz ve bir de kapak. Kapağı bardağın üzerine geçirdikten sonra, bir ucundan açıp, açılan bölümü kapağa tersden yapıştırınca, kahvenin akabileceği kadar bir yol oluşuyor. Kahve bu bardakta soğumadan çok uzun süre kalabiliyor. O kocaman bardağı taşırken sağa sola dökmeden dolaşabiliyor ve saatlerce sıcak kahve içebiliyorsunuz. Sonra öğrendim. Bu bardaklar 20 oz. Bu kadar büyük bir bardakla kahve içmek ilginç. Yıllar önce Amerika'da kahvenin ilk bardağına bir kez para öderdiniz. Sonra bardağınız boşaldıkça doldururdunuz. Diğer bardaklara bir ödeme yapılmazdı (Belki bu alışkanlığı sürdüren yerler hala vardır). İlk bardak o zaman 75 cent kadardı. Şimdi 1.70 ABD Doları her bardak için ödeniyor. Sigara gibi kahve de zararlı maddeler arasına alınmış herhalde. Eskisi kadar çok kahve içmiyorlar. Şimdi insanlar ya su içiyor, ya da soğuk içecekler. Amerika'lı sonunda yıllardır sürdürülen reklamlarla, düşünce biçimini değiştirmiş. Kahve tutkusu yerini soğuk içeceklere bırakmış. Bazı dükkanlarda ilk bardak soğuk içecek paralı, diğer bardaklara para ödemiyorsunuz. Sizin anlayacağınız ilk bardaktan sonrası "free", yani ücretsiz.

Bence bu ülkedeki her "free" ya da "save" (kazançlı olma) sözcüğüne pek inanmayın. Her "free" olan şey için mutlaka daha önce bir ödeme yapmışsınızdır. Ya da her "save" sözcüğünün yanındaki yüzdeye aldırış etmeyin. Bence o yüzdesinin tersi kadar daha çok para ödeyeceksiniz demektir. Örneğin siz bir gömlek alacaksınız. "İki tane alınca %50 kazançlı oluyorsunuz" diyorlarsa, siz aslında gereksinimiz olan bir gömlek için ödeyeceğinizde daha çoğunu ödeyerek, gereksinimiz olmadığı halde bir gömlek daha almış oluyorsunuz. Ama "Free" (Bedava), ya da "belirli bir yüzde oranında kazançlı" oluyorsunuz ya, işte o size çok çekici geliyor. Zaten satıcının da istediği bu degil mi?

Firmada işim bitince, nereye gitmek istediğimi sordular. Buraya daha önce kardeşim de gelmişti. Onlara "Mall of America'yı" görmek istediğimi söyledim. Kardeşimin söylediğine göre çok büyük bir alışveriş merkeziymiş. Benim için bir taksi çağırdılar ve alışveriş merkezine yollandım.

Bir alışveriş merkezinin ne kadar büyük olabileceğini merak edecek olursanız ve ABD'ye yolunuz düşerse, bunlardan birine girin. O zaman büyüklük kavramınız değişecektir. Avrupa'da da çok büyük mağazalar var. Ama ABD tüm ölçüleri ile diğer ülkelerden değişik. İçinde yaşayanlar da bunun bilincindeler. "Over sized" (Aşırı boyutta) diye kısaca özetleyip geçiyorlar. Bu söz bana, "Extra Large" boyutlardaki giysileri, ayakkabıları, bir de NBA'de oynayan basketbolcuları anımsatıyor. Hele onlar bu deyime öyle uyuyorlar ki. Gerçekten aşırı boyuttalar.

 

"Mall of America'da" sanırım on tur kadar attım. Yalnız ilk iki katı gezebildim. Diğer katlara çıkıp kaybolmak istemedim. Beynimdeki büyüklük ölçüsü ancak ilk iki katta görebildiklerimi algılayabilecek boyutta olduğu için kafamı daha çok karıştırmak istemedim. İlk iki katta gördüklerimi şöyle bir sıraya dizdikten sonra, alacaklarımı kafamda toplamaya çalıştım. Benim almak istediğim malların bulunduğu dükkanları saptamak için yaptığım son iki turdan sonra alışverişe başladım. Istanbul'dayken, bazı öğle tatillerinde bizim büroda çalışan bayanlarla caddeye çıkınca, yaptığımız alışveriş turlarının ne kadar yararlı olduğunu burada anlamış oldum. Yoksa her erkek gibi ilk bulduğum dükkana girer, gerekli gereksiz herşeyi bu dükkandan alarak bir dolu lüzumsuz hediye, eşya ve diğer mallarla dönerdim herhalde. Bazen "Keşke ilk gördüğümde alsaydım" dediğim mallar olmadı değil. Çünkü alışveriş turlarında almayı planladığım bazı malların hangi dükkanda satıldığını bir türlü bulamadım. Bazen bu malın bir benzerini, bir başka dükkanda buluyordum ama "Benim beğendiğim mal bu vitrinde değildi" deyip çok dolaştım merkezin içinde. Sonuna doğru, almak istediklerimi tek tek dükkanlardan topladıkça elimdeki poşetlerin, çantaların ve kutuların sayısı artmaya başladı. Bu paketlerle dolaşamaz oldum. Bir dükkana girdiğimde yere yayılan paketleri toparlamaya çalışmam çok zaman almaya başladı. "Bu torbaları bir dolaba koysam, sonra alışverişe devam etsem" diye düşündüm. Hemen taksi çıkışına yakın bir yerde bulunan dolaplara elimdekileri koydum. Bu kiralık dolaplar (onlar kasa diyorlar) çok güzel bir olanak. Belli bir süre için bozuk parayı atıp anahtarı çevirebiliyorsunuz. Dolabı açıp içine koyduklarınızı korumak için de kitliyorsunuz. Sonra, işiniz bittiğinde anahtarla dolabı açıp, koyduklarınızı çıkarabiliyorsunuz.

Torbaları dolaba yerleştirince bir rahatladım anlatamam. Elimi kolumu sallayarak dükkanların arasında dolaşmak çok güzelmiş. Son birkaç eşya için tüm torbalarla alışveriş merkezi içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya çalışmak, sirkecideki hamallar gibi insanın taşıması olanaksız bir yükle Avraysa Maratonu'na katılmak gibi birşey. Sakın abarttığımı sanmayın, gerçeği söylüyorum.

Taksinin bagajına torbaları atıp, otelin adresini taksi şoförüne verince (Artık akıllandım. Otelden çıkarken bir kağıda otelin tam adresini yazmıştım ve cebimdeki para kadar kıymetli eşyaların bulunduğu cüzdana koymuştum) şoför bana :

- İyi alışveriş yapmışsın dedi.

Güldüm içimden. Aslında Can için aldığım iki ayakkabı ve oyun programları olmasa benim diğer aldıklarım bir torba bile doldurmazdı. Bir de ufak tefek, çam sakızı çoban armağanı türünden birkaç hediyelik eşya. Eşe, dosta vermek için. Aslında yurt dışından bavula doldurup getireceğiniz bu hediyeleri seçmek çok zordur. Büyük olmaması gerekir. Yurt dışından dönüyorsunuz. En azından biraz değeri olmalıdır. Bir de onları bavullara yerleştirme gayreti gösterirsiniz. Sonra gümrük kapılarından geçme çabası vardır. Bunlar hep sıkıntı ve güçlük nedenidir. Tüm bu çabalara karşın, bazen hiç birşey almak istemezsiniz. Ama olmuyor. Birşey görünce "Bunu da şunun için almalı" diyerek herkesi mutlu etme çabasına giriyorsunuz. Bazen hediyelerinize bakıp, "Çok güzelmiş" diyeni de çıkar, "ABD'nin gözünü çıkartmış" diyeni de. Kısacası zor bir iştir hediye almak.

Biz yine ABD izlenimlerime geri döneyim. Bir yere oturduğunuzda çevrenizdekilerin kendi masalarında yüksek sesle konuştuklarını duyarsanız çok yadırgamayın. Belki başka ülkelerde böyle bir izlenimle karşılaşmadım, ya da onların konuştukları dili anlamadığım için yüksek sesle konuşsalar bile bende yalnızca gürültü etkisi yaptığından, ABD de olduğu kadar etkilenmemiş olabilirim. Bilemiyorum ama bu ülkede insanlar çok yüksek sesle konuşuyorlar gibi geldi bana. Başkalarını rahatsız ettiklerini düşünmüyorlar herhalde. Belki de çevrelerinden gizleyecekleri hiç birşeyleri yok. Ne düşünüyorlarsa söylüyorlar. Bizde birisi hakkında birşey konuşacak olursanız, biraz alçak sesle anlatırsınız. Hatta "Yerin göğün kulağı vadır" diyerek biraz da çekinirsiniz. Onlarda durum tam tersine. Konuştukları kişi yakınlarında da olsa, tanısalar da, tanımasalar da ulu orta yüksek sesle düşündüklerini söylüyorlar. Herkes düşündüğünü söylemekte özgür. Siz de kendinizi savunmakta özgürsünüz. İster kendinizi savunursunuz, isterseniz söylenenleri umursamaz çeker gidersiniz.

Bu kentteki ilk günümü, otelin yakınındaki kahve dükkanında içtiğim kocaman bir bardak kahve ile tamamladım. Kahveyi nasıl bu kadar sıcak tutabiliyorlar pek anlamış değilim. Daha ilk günden ağızımın içi kabardı. Ben bu kadar sıcak kahve içmeye alışık değilim. Hem çok olması, hem de sıcak olması benim kahve tüketimimi azalttı. Bir başka unsur daha var kahveyi azaltmamda. Kahve içerken sigara yakmanın keyfi bir başkadır. Ama burada sigara içilmiyor. Böyle olunca, kahve de yavan kalıyor.

Ülkenin hiçbir yerinde açıkça sigara içilmiyor. Tiryakiler suç işliyormuş gibi gizli gizli sigara içmeye devam ediyorlar ama öyle açıkça içemiyorlar. Sanırım toplum içinde ulu orta sigara içmek "Yasal Suç" gibi yorumlanıyor. "Gençlere örnek olunuyor, gençler özeniyor" diye engellemek istiyorlarmış. Kahve, sigarasız pek çekilmediğine göre sanırım güzel ABD kahvesi de tarihe karışacak. Her geçen gün kahve düşkünlerinin sayısı azalıyor olmalı. Eskiden her yerde sigara satışı yapılırdı. Şimdi koca alışveriş merkezinde bir tek dükkan bile yoktu, ya da ben göremedim. Aslında alan azalınca, dükkan bu malı bulundurarak boşuna rafta tutmak istemez. Onlar da satmıyorlar.

Eskiden "enfile" varmış. Bizden önceki kuşaklar enfiye koklarlarmış. Ne zevk aldıklarını pek anlamazdım. Bizim kuşak "sigara" ile büyüdü. Sanırım "sigara" artık yok olacak, yerini yeni bir mala bırakacak (ekonomi kurallarına göre). Bizden sonraki kuşaklar da "sigara'dan" ne zevk aldığımızı, neden içtiğimizi hep merak edecekler...

 

OTELE DÖNERKEN

Alışveriş Merkezinden otele giderken "Yolumuz biraz uzun olacak" diye taksi şoförü ile konuşmaya başladım. Benim bildiğim, o günkü hava koşulları ile konuşmaya başlamak başlangıç için iyidir.

- Havalar güzel gidiyor galiba? Baksanıza bugün ne kadar güzel ve güneşli.

Taksi şoförü size bir yanıt verirse ve peşinden bir de açıklama yaparsa iletişim kurulmuş demektir. Böylece aranızdaki söyleşi kendiliğinden uzar gider. Yolculuk sıkıntılı olmaktan kurtulur. Yol boyunca konu konuyu açar, vakit geçirirsiniz. Aslında tam "geyik muhabbeti" ama benim buradaki amacım biraz değişik. Ben, "Onlar hakkında bilmediğim bir şeyler öğrenirim" belki diye girdim konuya. Çünkü bu yolculukta ilk kez "beyaz" bir taksi şoförü ile yolculuk ediyordum (Hiç olmazsa onun ne nediğini kolayca anlıyabiliyorum). Taksi şoförüm benim bu sıradan soruma çok bilimsel bir yanıt verdi :

- Ortalama 56 oluyor. Yılın bu zamanı için yüksek. Yok yanıldım galiba. Aslında bu zamanda, genelde böyle olur. Geçen hafta daha yüksekti.

dediğinde içimden "İyi oldu. Bu konuda konuşalım. Sanırım taksi şoförünün ilgi alanına değindim" diye düşündüm. Taksi şoförü, geçmiş deneyimlerini dikkate alarak, yılın bu zamanına göre geçmiş yıllardaki hava koşullarını karşılaştırarak, yanıt verince, oturduğum koltuktan öne doğru kayarak duruşumu değiştirdim. Kollarımı öndeki koltuğa dayadım. Taksi şoförüne biraz yaklaşarak onu daha iyi duymak, hem de onun yola bakarak konuşmasını sağlamak için, başımı da onun kulağına yakın bir yere dayadım.

- Benim ülkemde de bu yıl hava çok sıcak oldu.
- Hangi ülkedensin ki?
- Türkiye.
- Turkey?

Onlar "Turkey" sözcüğünü söylerken "u" yerine "ü" kullanıyorlar. Böylece "Hindi" olmuyor, Türkiye'ye yakın bir sözcük olmuş oluyor. Bu konuda ABD'de yaşıyan Türk'lerin gayreti olumlu sonuç vermiş anlaşılan.

Konuşmamız iklim üzerine devam etti. Taksi şoförü bu iklim değişikliğini "El Nino'ya" bağladı. Ben asıl nedenin "El nino" olmadığını söyledim. Sonra aklıma geldi. Aynı tür bir söyleşi bizde bir lastik firmasının reklamında yer alır. Taksi şoförü de "El Nino Mel Nino, lastikler de El Nino" der. Bu reklamı her dinlediğimde, taksi şoförünün ne demek istediğini anlamadım için rahatsız olurdum. Aslında reklamın amacı bu belki de. Aynı sözcükleri bir başka açıklama biçimi ile dünyanın öteki ucunda, bir başka taksi şoföründen duymak ilginç oluyor. Bence herkes kolayını bulmuş. Hızlı iklim değişikliğinin temelinde kirlilik, ozon tabakası ve buna benzer atmosfer olayları, ya da insanın atmosfere verdiği zararlar olduğunu unutturmak için bir kasırgaya, bir fırtınaya ya da bir basınç alanına ad vererek onu bir canlı gibi tanıtmaya çalışıyorlar. Sonra kendi yarattıkları bu canlıya, yıllardır yaptıkları zararın tüm yükünü bindirip tereyağı gibi suyun üzerine çıkıveriyorlar. Halbuki gerçek bence daha değişik. Karbon dioksit dengesi, ozon tabakası sorunu, doğal olarak hidrojen gazının çekim gücünden kurtulması gibi nedenlerle, iklimler değişime uğruyor. Normal koşullarda bu değişim algılanmayacak kadar yavaş olmalı ve biz insanlar, zamanla buna uyum göstermeliyiz. Ama öyle olmuyor, biz değişimi algılayabileceğimiz herşeyi yapıyoruz. Bu bozulmayı hızlandırıyoruz. Ben bunları söyleyince taksi şoförü şöyle bir durakladı. El Nino üzerine konuşmadı bir daha. Baktım konuşmayı kesecek, onu suçluyor olmak istemediğimi göstermek için bir başka açıdan konuya devam etmeye çalıştım:

- Benim bildiğim kadarı ile iklim belli dönemlerde kendini yineler. Üç yıl, onbir yıl ve otuzüç yıl süren döngülerle aynı ilkim yinelenirmiş. Belki bu yıllarda karşılaşılan iklim koşulları, onbir yıl önce, ya da otuzüç yıl önce de olmuştur.

Bu konuşmam etkili olmuş olmalı ki taksi şoförü yeniden konuşmaya başladı. Bu kez kendisi anlatacaktı. Öyle görünüyordu. Ben bir daha konuşmayı kesecek birşey söylememek için hemen onu dinlemeye başladım.

- Babam her gece ve her sabah hava durumunu belirler, ölçümlerini yazardı. O da sizin dediğinizi söylerdi. İklim Otuz yılda bir yinelermiş. Onun hava tahmini, pekçok radyo ve TV tahmininden daha iyiydi. Babam çok sıradan bir çiftçi olarak sabah gün doğmadan kalkar ve her sabah aldığı rasat bilgisini defterine yazardı. Bu işle uğraşmak onu mutlu ediyordu. Babam 90 yaşında öldü. Ciltler dolusu takvimi vardı. Hergün, iki kez alınmış rasat bilgileri yazılı takvimler.

Bu kadar uzun süre kimse veri toplamaz. Çok kıymetli bir bilgi birikimi. Dayanamayıp soruyorum:

- Kimse devam ettirdi mi?

Sanırım taksi şoförü sorumu pek anlamadı, ya da ben heyecandan cümleyi doğru kuramadım. O devam etti:

- Kızkardeşim saklıyor olabilir.

dedi. Daha sonra:

- Babam ne yapsın. Kendisine ayırdığı bir saat onun için çok önemliydi. Biz onbir kardeştik.

dedi. Artık konu açılmış, bir yere kadar birbirimizle iletişim kurmuştuk. Ben bu durumda başka sorular sorup, yanıtlar almaya çalıştım. İlk işim, iklim konusu bittiğine göre, yemek konusuna girmek oldu. Bu alışveriş merkezinde şöyle dişime dokunur iyi bir yemek bulamamıştım. Hep salatalar, balık ve tavuk etinden yemekler... Oysa ben kırmızı eti daha çok severim. Derdimi anlatınca taksi şoförünün beni destekleyeceği bir öneri ile yanıt vereceğini beklerken:

- Bu "fast-food" değil mi bizim yemek dengemizi bozan. Amerika'nın her yanı şişman insanlarla doldu.

diye yanıt verdi. O ana kadar dikkatimi çekmemişti. Gerçekten ülkede normal boyutların üzerinde, çok fazla şişman insan var. Pek çoğunun dağ gibi kocaman göbeği var. Taksi şoförü haklı olabilirdi. Beslenme alışkanlığının "fast-food" üzerine olması insanları bu hale getirmiş.

Sanırım insanlar çok yemek yiyiyorlar. Hele ABD'de yemeklerin porsiyonları bizim ölçülerimizin çok üzerinde. Bizim iki öğünde yemeğimizi onlar yalnız sabah kahvaltısında yerlerdi. Sonuç açık. Aldıkları enerjiyi harcayamadılar ve hepsi de balon gibi şişti. İnsanların bağımlılıkları oluyor her zaman. Şimdi de yemek yeme tutkusu mu başladı? Belki ABD'de başladı. Buradan tüm dünyaya yayılacak herhalde.

Yıllar önce ABD'ye geldiğimde sabah kahvaltısını otelde kocaman bir tabak omletle yapınca, ya öğle yemeğini, ya da akşam yemeği yememeye çalışırdım. O zaman beni görenler, bana şaşırırlardı. "Nasıl bu kadar az yemekle yaşıyorsun?" diye. Alay bile ederlerdi. Şimdi onlar tostoparlak olmuşlar, yürümekle yuvarlanmak arasında bocalarken, ben hala, aynı sıskalıkta yaşama devam ediyorum. Önemli bir sağlık sorunum da yok. O yıllarda anımsarım, ABD'de çok şişman insanlar yoktu. Orta yaşlı da olsa sağlıklı görünümlü, atletik yapılı insanlar vardı. Şimdi orta yaşlıların hepsi şişko, şişkoluk gençlere de bulaşmış. Şimdi bu şişko insanların yeni tutkusu yemek olmalı. Yemeğe bağımlı, çok kilolu insanlar. Bu da ABD'de yeni bir salgının temelini oluşturuyor olmalı. Bu salgın bizim eskilerin deyimi ile "tıkanıp kalma" ya da "çatlama" eylemine neden olacak gibi. Yani bilimsel açıklaması, "gut", "kollestrol" ve "kalp" olmalı. Bir de benim gözlemim var. Çok fazla şekere düşkünler. Her koşulda şekerli ve tatlı yiyorlar. Bilirsiniz şekeri yakamayınca, şeker vücutta yağ olarak saklanır. İleride kullanılmak üzere. Sonra vücut bunu hiç kullanmaz. Ve hep stok yapar. Şekeri çok alanca, şiştikçe şişersiniz. Sanırım önümüzdeki yıllarda şeker hastalığı oldukça moda olacak. Herkes bir çözüm bulmaya çalışacak. Aynı kanser gibi...

ABD'liler bu olayın farkındalar. Daha az kalorili yiyeceklere doğru gidiş gözleniyor. Şimdi bozulan doğal dengeyi, yeniden kurmaya çalışıyorlar. Bu kuşak da böyle yok olacak. Bizim kuşak, kanser ve sigaradan gitti. Bu kuşak da fazla kilodan gidecek. Gelecek kuşak bu kadar şekeri harcayamaz, şeker bağımlısı olur. Onları da şeker hastalığı götürür. Ondan sonraki kuşak kendini toparlar belki. O zaman da besinler, yemek alışkanlıkları çok değişmiş olur. O günlerde yaşamayız herhalde. Kırmızı etin de geleceği yok gibi görünüyor...

Bir de çok yaşlı Amerika'lılar gördüm. Yetmiş yaşları civarında ya da daha yaşlı. Bunların sorunu yürüyememek. Çoğunluğu bacaklarını bükemiyor. Daha çok ayak bileklerini hareket ettirerek yürümeye çalışıyorlar. Bunun nedenini düşünürken, yürüme güçlüğünün araba kullanmaktan kaynaklandığı sanıyorum. Doğal olarak hep arabayla gezenlerin bacakları ve dizleri kireçlenmiş. Ama ayak bilekleri hep araba kullanmak için hareket etmiş olduğundan (debriyaja ve frene basmak için) onlar çalışmasını sürdürmüş. Kısa adımlarla yürüyen bu yaşlı adımların ayaklarını sürükler gibi adım atmaları benim alıştığım ve ülkemde gördüğüm yaşlıların yürüyüşünden çok farklı...

Doğal dengesi bozulan insanlar, daha az yemeli (belki de benim yaptığım gibi günde bir öğün). Bol spor yapıp fazla enerjiyi harcamalı ve olanak buldukça yürümeli. Sağlıklı yaşam böyle korunur herhalde...

 

SAN FRANSISCO'YA DOĞRU

Sonuç olarak, şişman ve ayaklarını sürüyerek yürüyen bir insan olmamak için yemeğimi yerken, yaşamımı sürdürürken, hatta sigara alışkanlığıma devam etmek için bugünkü yaşam biçimimi korumak istiyorum. Biçimimi bozmadan yaşamak. Bunu az yememe ve yemeklerin lezzetini alamadığım için sigaraya borçluyum. Sigara belki benim, yaşayacağım süreyi kısarak, görebileceklerimi azaltıyor. Ama olsun. Çok şişko olup yataktan kalkarken yuvarlanacaksam, yürüme güçlüğü çekeceksem, kısacası sağlıksız olacaksam, varsın sigara benim ömrümü azaltsın. Kilo almadan aynı yapıyı koruyacağımı bilsem, bir gün bile içmem bu sigarayı. Kimseye de içmelerini önermem...

Otelden sabah erkenden ayrıldım. Taksi beni havaalanına götürürken, şoförle bir başka söyleşide beraber oldum. Aslen İranlı bir Amerika'lı. Hem de bizim bildiğimiz futbol meraklısı bir Amerika'lı. O hafta Türkiye Almanya'yı yenmişti. Bana bu maçı seyrederken nasıl heyecanlandığını anlattı. Taksi şoförü ile yaptığım konuşma konusuna pek değinmeyeceğim. Bu kez konu daha başka. Şoför beni almaya gelirken radyosunu açmış. Hangi yayını dinliyor bilemem ama, yayındaki spiker ile karşısındaki bayan arasındaki konuşma çok ilginçti. Bayan, sanırım bir Üniversite de görevli. Telefonun diğer ucunda kendine sorulan soruları yanıtlıyor. Sorular ve yanıtlar öyle ilgimi çekti ki, hatırladığım kadarını buraya aktarmaya çalışacağım:

- Bir Üniversitede antrapoloji ve Shekspeare edebiyatı ya da homoseksuel ilişkiler aynı sınıfta okutuluyormuş. Bir gerekçesi var mıdır?
- Shekspeare döneminde erkekler eteklik giyip kadın rolünde sahneye çıkarlarmış. Belki bu kavram karşılaştırılıyordur.
- Bir sınıfta "Black English" adlı ders okutuluyormuş. Yani siyahların konuştukları İngilizce anlamına geliyor. Ben bunun dışında "Beyaz İngilizce", ya da "Sarı İngilizce" var mı bilmiyorum.
- Yuzyıllardır siyahlar kendi aralarında bozuk bir İngilizce ile konuşuyorlar. Amaçları o dönemlerde parton (herhalde köle sahibi demek istiyor) kendi aralarındaki konuşmaları anlamasın. Şimdi bu okunuşma biçimi Üniversitelerde okutuluyor. Konu ilginç doğal olarak. Aslında okutulan, ilgilenenlere, bozuk İngilizce'nin kurallarını öğretmek.
- Bir başka ders daha var. Ülkedeki siyah eşcinseller ve lezbiyenler üzerine.
- Bu dersi almadım bilemem.
- Bu ülkede herşey okutuluyor. Bunun bilincindeyim. Ama asıl üzerinde durmak istediğim bu derslerin çoğunun büyük Üniversitelerde okutuluyor olması.

diye devam ediyordu program. Ben havaalanına geldiğimiz için taksiden inmek zorunda kaldım.

Biletime bakmadan, hangi uçak şirketi ile yola devam edeceğimi incelemeden, doğrudan United Airlines uçak şirketinin bankosuna gittim. Buraya onunla geldiğime göre San Fransisco'ya da aynı şirketle uçarım diye düşündüm. Doğal olanı bu da, bizim anlaşmalı turizm acentasının beni her uçak firması ile gezdireceği aklımın köşesinden bile geçmedi. Bankoya yaklaştım. Daha uçağın kalkmasına zaman da var. Gururla biletimi uzattım. Bankodaki bayan:

- Beyefendi bu bilet Nortwest Airlines bileti. Onların bankoları yan tarafta

dedi biraz yüzünü asarak. Sanki kasıtlı böyle davranmışım gibi geldi ona. Hatta biraz da kızdı bana. Halbuki yüzüme baksa, benim bu ayrımı düşünemiyecek kadar şaşkın olduğumu görse, bana kızmak bir yana elimden tutup Nortwest Airlines bankosuna kadar götürebilirdi. Elimdeki ağır valizerle söylediği şirketin bankosuna doğru yürürken bir taraftan özür diliyor, bir taraftan da kendime kızıyordum. "Daha başka hangi olaylar gelecek başıma, hangi uçaklarla uçacağım acaba?" diye.

Sonunda kırmızı hattan kalkacak olan uçağa ait uçuş kartımı aldım ve valizlerimi teslim ederek ağır yükten kurtuldum. Elimdeki uçuş kartına baktım. Uçak 38 numaralı kapıdan kalkacaktı. Birkaç kez baktım. Bir hata daha yapmayayım diye. O tarafa doğru yürüdüm. Fazla da oyalanmak istemedim. Kendi huyumu bilirim ya, "Mutlaka bir hata yapmışımdır" diyerek daha anons yapmalarımı beklemeden 38 kapıda bekleyen görevliye uçuş kartımı gösterdim. Doğru gelmiş olup olmadığımı öğrenmek için. Görevli bana baktı:

- Bu bilet otuz numaralı kapıya ait. Çok değil üç blok ötede. On saniyeni alır.

dedi. Bilete yeniden bakınca sıfır rakamının içindeki yukarıdan aşağıya doğru bilgisayarın çizdiği çizgiyi gördüm. Şu bizim "O" harfi ile sıfır rakamını ayırt etmek için kullandığımız çizgi. Bu kez kendime güldüm, otuz numaralı kapıya giderken. "Sen bu çizgiyi en az yirmibeş yıldır kullanıyorsun, ama buarda sıfırı sekizden ayırt edemedin" diye. Sona düşündüm. "Bence Türkiye'ye dönünce bir göz doktoruna görünsem iyi olacak. Gözlerim bozuluyor hehalde".

Yaşlanıyormuyum ne...

UÇAKTAN İZLENİMLER

Uçak yolcularının çoğunluğu titirdiyen yaşlılar ve şişman Amerika'lılardan oluşuyor. Ben en arkalarda bir yerde bulunan koltuğuma geçip, şöyle bir çevreme bakıyorum. Bu bölüm uçaklarda sigara içildiği zamanlarda, sigara içenleri tecrit ettikleri dönemlerden kalma. "Belki yol uzun, bu bölümde sigara bile içebiliriz" diye düşündüm ama olmadı. Sigara içilmez ışığı hiç sönmedi. Zaten sömemesi de gerekiyordu.

Tuvalette sigara içilmemesi gerektiği bile anons edildi. Detektörler dumanı algılıyormuş. İzliyorum da, aynı kişi birkaç kez üst üste tuvalete gidiyor. Bu kişinin tuvalette sigara içmeme konusunda pek dürüst davrandığını da sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki bazıları bu yasağı bir biçimi ile delmeye çalışıyorlar, ya da deliyorlar.

Bu uçuşta, beni ilgilendiren tek önemli olay yolcularla hostesler arasında çıkan anlaşmazlık. Etnik grupların sorunu...

Bizim bölümün ön koltuklarından birinde oturan bir yolcu, elindeki sopasını çıkış kapılarından birinin önüne koymuş. Sopa, bir adam boyunda, ucunda kırmızı kumaş parçaları sarılı bir ağaç dalı. Şöyle bilek kalınlığında marangoz eli bile değmemiş, kesildiği gibi kullanılan bir sopa. Bu sopayı taşıyan yolcunun saçları da bir tuhaf. Başının yan tarafları usturaya vurulmuş. Saçlarının üstü havaalanı gibi düzeltilmiş. Saçların kenarları, düz alanı tamamlamak için yukarıya doğru uzatılmış. Saçlar yolcunun kafasına köşeli bir görünüm veriyor. Arkaya, ensesinden aşağıya uzanan saçların, dipleri kırlaşmış, ensesine yakın yerleri siyah, uçları sarıya çalıyor. Gözlerinde ince çekik gözlüğü, uzun saçlarındaki yöresel tokası ile kızılderililerin son kalıntılarından...

Hostes sopayı göstererek "çıkış" önünde bu sopayı tutamayacağını, yukarıya dolaplara, el bagajlarının yanına konması gerektiğini söylüyor. Yolcu bu sopayı bir türlü bırakmak istemiyor. Hostes de kızıyor. Çıkışın önünü kapattırmak niyetinde değil. Kızılderili ayağa kalkıyor. Sopasını dolaplara koymak için bir çaba bile göstermiyor. Sonunda kabin amirini bulup onunla konuşuyor ve asasını öne, kabin amirinin güvenliğine, teslim edip yerine oturuyor. Davranışı, ezilmiş kızılderililerin itelenip, kakılmalarının izlerini taşıyor gibi. Merakla olayları izlemeye devam ediyorum. Kızılderililer ile Amerikalı'lar arasındaki sürtüşmeye tanık olmak, tarafsız bir gözle olayları incelemek çok hoş olacak...

Biraz sonra kızıl saçlı, uzun boylu bir genç (yirmi yaşları civarında), ile orta yaşlı bir bey, kızılderilinin önüne geliyor ve ellerindeki bilete bakıp:

- Burası bizim yerimiz.

diyorlar. Bu anda kızılderili, ağır ağır çantalarını toplamaya başlıyor. Ayağa kalkmış olduğu için, arada arka sıralara bakıyor, kendine boş yer arıyor. Sonra, çantalarını eline alıp dizlerini bükerek avına yaklaşan bir savaşçı gibi sürünerek, gürültü etmeden arka sıralara doğru gidiyor...

Uçağa bindiğinden beri hostesle boşuna itişip duruyormuş. Oturduğu yer zaten onun değilmiş. Bir de kabin amiri ona yardım etmeye çalıştı. Asasını güvenlik altına aldı. Bu "asa", her ne hikmetse, diğer yolcuların el çantaları ile aynı dolapta duramadı...

Bu yolcu eğer Minneapolis'den San Fransisco'ya bizim "Apachecon'98" konferansına katılmaya geliyorsa, bilemiyorum ama eğer öyle ise, çok işimiz var gibi geldi bana. Asa, salondaki bilgisayarlardan bile kıymetli olabilir. Bu yarı modern kızılderili, asası yüzünden konferansı düzenleyenlerin başını çok ağrıtır.

İnsanlar hangi ülkeden, hangi ırktan olursa olsun, kendi eksikliklerini (zaaflarını) kullanarak, kendilerini acındırmaya çalışıyorlar. Birçoğu bundan kendilerine çıkar sağlama girişimini hep sürdürüyorlar. Gerçek yardım sevenleri sömürerek. Bu davranışlarıyla gerçek yardım severlerin desteğini kaybediyorlar, hep küçük görülüyor, aşağılanıyorlar...

Biraz da trafikten söz etmek istiyorum. Sokaklar, caddeler çok düzenli. Yol boyunca trafik işaretleri var. Herşey yerli yerinde. Trafik kuralları da var. Ancak caddelerde yeterince kaldırım yok. Otelin çevresinde dolaşırken, yol ortasında yürümek zorunda kalınca, birden İstanbul geldi aklıma. İstanbul'da bozuk, yıkı dökük de olsa, üzerinde park edilmiş arabalar da bulunsa, yaya için ayrılmış yolları vardır. Burada kendimi yolun ortasında çıplak dolaşıyor duygusuna kapıldım. Bir araba çıksa köşeden, kaçacağım, üzerine tüneyebileceğim bir taş bile yok. Gelen araba bana çarpsa. Yolun ortasında dolaşıyor olmaktan suçlu bile olurum. Halbuki ben otelden 50 metre kadar uzaktaki kahveye yürüyerek gitmek istemiştim.

Bunun için bir araba çağırıp, ya da otelin Van'nına binip kahveye kadar araba ile gitmek zorunda kalmamalıydım...

 

DIŞARIDAN BAKINCA

Dışarıdan, bir yabancı gözüyle bakmaya çalıştığımda edindiğim ilginç izlenimlerim oldu. ABD'de mağazaların içi çok değişik. Özellikle "Body & Bath" yazan mağzalarda vücut losyonları, doğal bitki özleri, mumlar ve kurutulmuş çiçekler çok güzel sergilenmiş. İnsan içeriye girip reyonların arasını gezmeden edemiyor. Genelde bu mağazalarda vucüt ve banyo için kullanılan malzemeler satılıyor. İnsanlar vücutlarını bozup şekilsizleştirdikten sonra birden ayılıp, onu korumak için özen göstermeye başlamışlar. Bozulmadan bir önlem alsalarmış...

Yaşlı insanlar var yavaş yavaş küçük adımlarla, titreyerek yürüyorlar. Başlarında bir beyzbol şapkası, bir kot, ya da kadife pantalon ve bir mont ile titreyerek yürüyorlar. Çoğu zaman el ele. Bu insanların yaşları yetmişin üzerinde. Çalışanlar ortalıkta olmadı için, hep bu tonton nine ve dedeleri görüyorsunuz. Çalışanlar alışverişe çıkınca yaşlılar ortalıktan çekiliyorlar.

Bu satırları San Fransisco'da yeni yerleştiğim otel odasında kahvemi yudumlarken yazıyorum. Buraya gelince saatimi iki saat daha geri aldım. Artık yorgunluktan gözlerim kapanıyor. Saat kavramım iyice karıştı. Burada gece saat 10 olduğuna göre sanırım Türkiye'de şimdi saat sabah 8 oldu. Belki de saat 9. Tam kestiremiyorum. Uçak yolculuğu 3 saat 45 dakika sürmüştü.

Mall of America'da dolaşırken çok büyük papağanlar görmüştüm. Bir sunucu bu papağanları çevreye tanıtıyordu. Biraz seyrettikten sonra oğlumun, bu büyüklükte papağan görmediğini anımsayarak resimlerini çekmek istedim. Ben resim çekerken "Papağanlar flaştan ürkebilir" diye sunucudan izin aldım. Kameramı çıkarıp birkaç değişik poz çekmek için hazırlanırken, çevreden gelip geçenler hemen durdular. Papağanların çevresinde oluşan kalabalık beni ve papağanları izlemeye başladı. Bazıları yorum bile yapıyordu:

- Resim çekiyorlar bak.
- O bir digital kamera.

 

Kısacası insanların birden ilgisini çeken papağanlar, ve papağanların resminin çekilmesi olayına bakınca, toplum için ilginç olan papağanları sunan değilde, benim papağanların resmini çekmem olduğunu anladım ve gülmeden edemedim. Papağanların sunucusundan, "Show Man" olarak ücret istemem iyi olurmuş. Çünkü benim resim çekme işim bitince, kalabalığın papağanlara olan ilgisi birden dağıldı. Kimse kalmadı ortalıkta.

Bana kalırsa, ABD'de aklınıza gelen herşeyi satabilirsiniz. Yeter ki satabilecek birşeyleriniz olsun ve "Show" yapın yeter.

Yeni Mall of America'da Sears mağazalarını dolaşıyorum. Burada öyle uzun kalmadım. Bilgisayar donanımında kullanılmaya başlayan bir vida için yeni tornavida türü var, ondan bulursam alıp, ayrılacaktım mağazadan. "Hardware" bölümünü gezerken orta yaşlı kasa sorumlusunun davranışı dikkatimi çekti. Kasadan sorumlu olan kişi, öyle sıradan biri değil. Bu inşaat ve tamirat işlerini çok iyi biliyor. Kasanın yanında Nisan ayında aldığı madalya hakkında bir de plaket var. Onu gururla kasanın görünen bir yerine asmış. O sırada bir müşteriye evinde yapmayı düşündüğü bir tamirat hakkında açıklamada bulunuyordu. Müşterinin aldığı malzeme hakkında en ince ayrıntısına kadar bilgi verdi. Hatta duvarda oluşacak bir sorunun (olası sorunun desem daha doğru olacak) nasıl giderileceğini bile anlattı. Kasa sorumlusu, müşterinin evini görmeden, onun evinde tamiratın nasıl yapılacağını ayrıntısı ile anlatınca, burada yapıların birtakım altyapılarının aynı olduğuna karar verdim. Yoksa kimse, bilmediği bir yer hakkında, bu kadar ayrıntılı bilgi veremez. Aslında kasa sorumlusundan çok, iyi bir öğretmen gibiydi. İşin ne olduğunu pek bilmiyorum ama dinlediğim bölümü ile ben bile gidip, müşterinin evinde yapılacak tamiratı sorunsuz hallederdim gibi geldi bana.

Müşterinin işi bitince sıra bana geldi. Elimdeki tornavidaları masanın üzerine koyunca:

- Evde çok iş var galiba.
- Pek öyle değil.
- Hangi ülkedensin.
- Türkiye.
- O zaman tornavidalar orada çok pahalı olmalı.

Konuyu daha fazla uzatmamak için yalnızca güldüm. Benden önceki müşteri ile konuşmaları, yaklaşık yirmi dakika kadar sürmüştü. Benimki daha uzun sürebilir ve ben bu kasa başında konuşarak, o kadar zaman ayırmak istemiyordum. Tam ödeme yapmak üzereyken kasanın yanına uzun kıvırcık saçları ve uzun sakalı ile, benden on yaş daha genç biri dikildi. Üstü başı pek iyi değildi. Orta halli, hatta fakir denecek bir Amerika'lı. Türk olduğumu duyunca bizi dinlemiş. Ben konuşmayı kesince o başladı. Türkiye'nin Kore savaşına katılışını anlattı. Bir Türk'ün, bayrağı kucağına sararak kuşatmadan çıkışından övgüyle söz etti. Anlatan kişinin yaşına bakarak, daha önce bu öyküyü babamdan dinlememiş olsam, "Kesiyor bu adam" derdim herhalde. Ancak ben bu öyküyü ve öykünün kahramanını biliyordum. Küçükcük bir çocukken, babam bana anlatmıştı. Otuz, hatta otuzbeş yıl sonra aynı öyküyü, dünyanın öteki ucunda, sıradan bir insandan, bozuk bir İngilizce ile dinlemek çok ilginç. Hele onun bu öykünün geçtiği yıllarda yaşamamış olması çok daha güzel. Kasa görevlisi de öyküden etkilendi. Ona nasıl yardımcı olabileceğini sordu. Adam bana dönüp

- Türkiye'de madalya almak buradan çok daha zormuş. Bu kahraman, madalya da almış.

dedikten sonra kasa sorumlusuna bir vida uzattı ve:

- Ben bundan biraz daha büyük bir vida istiyorum.

dedi. Kasa sorumlusu, adamı alıp yanımdan uzaklaştı. Beraber resimlerini çekmek istedim. Ama rafların arasında kaybolup gitmişlerdi. Bir iki raf arasında onları bulamayınca aramaktan vaz geçtim ve mağazadan çıktım.

Yıllar önce Türkiye'nin ABD gözünde vazgeçilmez bir yer tutmasını bana "Kore Savaşında gösterilen kahramanlıktan kaynaklandığını" söylediklerinde, pek olayı önemsememiştim. Bizim geçmişimiz, bize göre pekçok kahramanlıklarla dolu olduğu için, Kore savaşında alınan başarının bu kadar önemli olmadığını düşünürdüm. Ayrıca, yıllar sonra değişen dünya koşullarında, bu tür kahramanlıkların değerini yitireceğini ve bugün için bir anlamı kalmamış olabileceğini düşünmeden edemezdim.

Bizim kuşağımızın çocukluk dönemine gelen bu olay hakkında, ülkemizde her nedense kimse yaygın bir tarihsel inceleme yapmadı. Yeni kuşak, sanırım bizim yıllar önce Kore topraklarında savaştığımızı, orada bir şehitliğimiz olduğunu bile bilmiyordur. Nedense, biz bu olayı unutup gittik. Ya da unutturulduk. Aslında bu konuyu okuyabilsek ve unutup unutmayacağımıza biz karar versek çok iyi olurdu...

 

SAN FRANSISCO SOKAKLARI

San Fransisco havaalanından otele gitmek için taksiye binince, şoföre belki on kez otelin adresini bilip bilmediğini sordum. Hem Minneapolis deneyimim, hem de onaltı yıl önce geldiğim bu kentteki eski anılarım, bana işi şansa bırakmamam gerektiğini söylüyordu. Bu kez fazla sorun olmadan bir çırpıda, doğru yolu izleyerek, otelin kapısına ulaştık. Taksi şoförünü başarısından dolayı kutladıktan sonra valizlerimi indirdim. Taksi şoförü, kapıdaki görevliye seslendi ve benim valizlerimle ilgilenmelerini söyledi.

Hilton Otelleri, doğal olarak para ile kurulmuş imparatorlukların ve soylulukların en belirgin buluşma yeri. Kapıdaki görevli, görkemli siyah bir makam arabasına siyah takım elbiseli ve tayyörlü bay ve bayanları bindirdikten sonra, benim valizlerimle ilgilenmek için yanıma geldi. Valizlerime şöyle bir bakıp:

- Yalnızca iki tane mi?
- Evet hepsi bu.

Beni şöyle bir süzdü. Pek yakıştıramadı. Taşıyıcı o sıra sanırım yedi sekiz büyük bavulu arabasına yerleştirmiş otele götürüyordu. Bu kadar çok bavul görmeye alışkın görevli, benim iki küçük valizimi kücümsemeden edemedi. Valizime iki küçük sarı etiket iliştirdi ve ben de check-in işlemi için otelin kapısından girdim. Dönüşte bu kadar valizin bile başıma açacağı sorunları bilse belki küçümseyeceğine bana acırdı.

Otelde hemen sigara içebileceğim bir oda istedim. Bana 19. katta bir oda verdiler. 1918 numaralı odadan dışarıya bakmakta güçlük çekeceğimi biliyordum. Ben yüksekten aşağıya bakmaya korkarım. Hep düşecekmişim gibi gelir. Asansörle çıkarken korkum daha da arttı. Odaya girince sorunum kalmadı. Odam 16. Katta suit odalara ayrılan havuza bakıyordu. Bizim Akdeniz'deki tatil köylerinde, havuzun çevresinde üç katlı binanın havuza bakan odaları gibi. Sanki bir başka dünyadayız (Suit odalar genelde hep böyle olurmuş). Biraz dinlendikten sonra şehir içinde dolaşmak, çevreyi gündüz gözü ile görmek istedim.

 

San Fransisco, bilmiyenler için söylüyorum, İstanbul'u çok andıran bir kent. Tramvayı ile, şehir içi otobüsleri ile, kaldırımlarında yürüyen insanları ile... Her yerde alışveriş merkezleri (Mall) varken, burada diğer avrupa kentlerinde olduğu gibi dükkanlar, kaldırımlı sokaklara bakıyor ve kavşaklarda yayaların geçmesi için trafik ışıkları var. En önemsili kocaman kaldırımlar. Burada insanlar yürüyebiliyorlar. Kaldırımda durup vitrinlere bakabiliyorlar. Sanırım kent içinde araba ile dolaşmak burada da sorun olmalı. Arabaları katlı garajlara bırakıp gezmek gerekiyor. Yaya olmak, yaya olmanın mutluluğunu yaşamak çok güzel...

Sokaklarda bir tedirginlik var. Yürüyen insanların üzerine doğru bir hamle yapsanız, ya da bir adım atsanız, hemen kendilerini geri çekiyorlar. Biraz duraklıyor, sonra yön değiştiriyorlar. Hatta kendilerini savunmaya geçtiklerini bile söyleyebilirim. Yanınızdan geçen insanlara baktığınızda, mavi gözlerini fal taşı gibi açıp, bir noktaya dikerek yürüdüklerini görürsünüz. Hiçbir biçimiyle, sağa sola bakmadan geçerler yanınızdan. Sanki bu insanlar hipnotizma olmuş ve bir güç onları bir yerlere doğru götürüyor.

İnsanların neden böyle tuhaf davrandıklarını sokakta beş dakika yürüyünce anlıyorsunuz. Birden birisinin sokakta gelişi güzel bağırarak, çevresine sataşarak yürüdüğünü görüyorsunuz. Bir başka köşede bir siyah satıcı ile bir başka siyah yaya atışıyorlar. Yüksek sesle kavga ediyorlar. Araları on metreden daha uzak. Birbirlerine zarar veremezler. Ama sevimsiz gürültü çıkararak çevreyi tedirgin ediyorlar. Serseriler ve keşler sokaklarda bağıra çağıra dolaşırken, amaçları yalnızca alışveriş yapmak olan, sıradan vatandaş, sessiz kalmayı yeğliyor. Onlara bulaşmak niyetinde değil. Bence "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" deyip uğraşmamışlar bu adamlarla. Sokaklar bu tür insanlarla dolmuş. Onların vatanı olmuş sokaklar. Köşe başlarında uyuklayan, üstü başı dökülen zavallı görünüşlü insanlar, içki ve uyuşturucudan baygın düşenler...

Kısacası her tür pislik bir arada...

Bence içsavaşta Kuzey, Güney'i yenmemiş. Savaşın mutlak galibi siyahlar. Tarlalardan sokaklara geçmişler. Sokakları işgal etmişler. Şimdi ekonomik özgürlüklerini oluşturmaya çalışıyorlar. Ama hala beş paraya gereksinimi olan çok insan var. Hiçbir güvence, hiçbir gelecek yok. Baştan kaybedilmiş bir yaşam...

Beyazlar sokakları kaybetmiş oldukları için buralardan çekiliyorlar. İyi ki siyahlar birlik olamuyor. Sokak savaşında birbirlerine saldırıp, kendi kendileriyle uğraşıp duruyorlar. Yoksa beyazları yavaş yavaş yok ederler. ABD, siyahların ülkesi olur çıkar.

Genel bir tedirginlik, korkaklık var yapılarında. Bir güç (belki de devlet, belki de paranın yaptırım gücü) insanları çekingen yapmış. Kurallara körü körüne uymak gibi bir dertleri var. Sanırım denetim çok güçlü. Cezalar fazla. Bir suç işlenince herşey son buluyor. Bunu görmek çok ilginç. Bizde böyle değildir. İnsanlar daha özgürdür. "Ne olacakmış?" deriz. Hapse bile girsek, suç bile işlesek, daha atılgan ve kavgacıyızdır. Onlar da buna göremiyorsunuz. Türk'ün gözüpek davranışı yok onlarda...

Biraz da sarı ırktan söz etmek istiyorum. San Fransisco'da benim gözlemim, sarı ırk, beyazlarla siyahlar arasındaki gerginliği fırsat bilip ticareti ele geçirmiş. Önce küçük mağazalardan başlamışlar. Sonra büyük marketlere. Yavaş yavaş ticareti ellerine geçirmişler. Sokak savaşına ticaret açısından bakınca onların açtığı cephe de kolaylıkla görülebiliyor. Sokak ticareti, sarı ırkın elinde...

Burada gördüklerim bana Çin Setti'nin neden yapılmış olduğunu anımsatıyor. Belki bir Türk olarak, bunları yazmak çok acı ama, bazen gerçekler acıdır. O zaman da Çin'liler ticaret yaparlarmış. Çevrelerindeki barbarlar onlara saldırır mallarını yağma ederlermiş. Çinliler çalışmalarının haracını bu kavimlere kaptırmamak için, Çin Setti'ni yapmışlar. Bugünkü yaşamlarında da siyahlar eski kavimlerin davranış biçimini sergiliyorlar. Burada, San Fransisco sokaklarında, yeni bir Çin Setti kurulursa şaşmayın. Bu yapı belki modern dünyanın koşullarına göre biraz daha farklı, ama yine de tarihe geçecek. Benim beklentim yeni bir Çin Setti'nin oluşacağı üzerine...

Belki bu settin duvarlarında taşlar yerine, et ve kemik, kısacası beyaz insanlar kullanılacak...

 

TANIŞMA PARTİSİ

Apachecon'98 tanışma partisinde, yerimi almak için giyindim. Ceketimi, kravatımı taktım. Salona gittim. Kaydımı daha önce yaptırmış olduğum için doğrudan "Resepsiyonun" verildiği yere geldim.

Burada kravatı olan tek kişi bendim herhalde. Herkes kot pantalon, T-shirt ile gelmiş. Çoğunlukla genç insanlar. En çok yirmibeş yaşlarında. Pek çoğu daha küçük. Burada toplanan insanlar, Internet üzerinden birbirleri ile dayanışma yaparak yazılım geliştiriyorlar. Ücretsiz yazılımlar. Herkesin omuzlarından aşağıya sarkan "Laptop" bilgisayarları var. Bir ikisi bir araya gelince, yerin neresi olduğuna bakmadan hemen oracıkta bilgisayarlarını çıkarıp, birbirlerine neler yaptıklarını anlatıyorlar. Parti başlayalı daha onbeş dakika oldu, ya da olmadı. Katılımcıların neredeyse yarısı halı üzerine yayıldılar bile. Bir çoğu sırtını duvara dayadı, yere oturdu. Kucağına bilgisayarını açtı. Çalışıyor. Bir elinde birası, ya da kolası.

Burada konuştuğum insanlar, ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Daniel İspanyol, Danimarkadan geliyor. Tcl ile Apache tanıtım kütükleri düzenleme yazılımı hazırlıyor. Bazı yazılımlar hakkında konuşuyoruz. Genelde ABD dışındaki ülkelerin sorunu "Security" konusu. ABD devlet olarak Internet üzerinde kendini savunacak hiçbirşeyi kalmadığı için, bu kurala sıkı sıkı sarılmış. Tüm denetimin elinden gitmemesi için direniyor. Ama yetersiz. Ben hemen şu "Security" konusunda neler yapabileceğimi araştırdım. Danimarka'dan Norveç'ten gelenler, ABD'nin içinde olanlar, herkes bildiklerini döküverdi. "Security" artık ABD dışında geliştiriliyor. Bu bilgi birikimi ABD dışına çıkmış bile.

Baskı rejimlerini sürdürenler, bilim adamlarına ve sanatçılara baskı uygulamamalı. Bu insanlar, hangi koşulda olurlarsa olsunlar, "Özgür" olmalılar. Özgürlük bu insanların üretkenliği için gerekli. Hava kadar, su kadar gerekli. Eğer ABD yakın zamanda gücünü yitirirse, bunu ilk Internet üzerinde yitirecek. Sonra diğer ortamlarda gözlenecek. Bana öyle geliyor...

Lars (Norveç'ten gelen arkadaş) tramvay ile dün şehir turu yapmış. Tramvay hareket ederken sarkan insanları, ayakta duran insanları görünce çok saşırmış. "Toplum araçlarında buna nasıl izin veriyor?" diye sordu heyecanla. "Güldüm. Bir de bizim ülkemize gelse. İstanbul'u görse. Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalır, kapatamadan ülkesine döner" diye düşünüyorum. Bizde bunlar, aynı San Fransisco gibi çok doğal ve olağan. Hem de daha heyecanlı...

Hollanda'dan gelen katılımcı, "Heineker" bira içerken diğer Avrupalı'lar "Daha bir günde sıla hasreti çekmeye başlamışsın" diye takıldılar. Hizmeti yapan garson, bira şisesini bir kağıt peçeteye sarıp getirdi ve kimseye çaktırmadan usulca masadaki Hollandalı'nın önüne bıraktı. Amerikan filmlerinde gördüğümüz, sokaklarda dolaşan alkoliklerin bir kese kağıdı içinde sakladıkları içki şişeleri gibi sarılmış bir bira şişesi. Bu görüntünün komik olan yanı, garsonun bira şişesini sunuş biçimi. "Bu da bende sana kıyak olsun" der gibi. Bizim "Hollandalı", "Uçan Hollandalı" (flying Dutchman) olmamak için birayı şöyle elinin tersi ile itti. Hem sunuluştan, hem de fazla gelen son şişeden rahatsız olmuştu...

Barmen'nin önüne gidince "İçecek nelerdir?" diye baktım. Benim için en uygunu kola içmekti. Kola istediğimde bardağı ağzına kadar buzla doldurdular, sonra kola koydular. Çok sevindim. Ben herşeyi böyle içmeyi pek severim. Türkiye'de içecekler nedense soğuk sunulmaz. Satıcı müşterisini korumak için olsa gerek, "hasta olmasın" diye bardağa buz koymaz. Çok isterseniz, isteksizce bir, belki iki parça buz koyar. Korkar "Müşterisi hastalanacak" diye.

Barmen servis yaparken şöyle bir baktım. Acaba bizim "Efes birası" buralara gelmiş mi diye. Yoktu. Bir Amerikalı tanıdığım, Türkiye'ye geldiğinde hemen Efes içmek isterdi. Söylediği kadarı ile tüm dünyada gezmediği ülke kalmamış, ama Efes kadar güzel bira hiçbir yerde içmemiş.

Burası Amerika ve Efes birası barda yoktu...
Olmasını da beklemezdim zaten...

 

KİTAPÇI

İlk gün anlatılar bittikten sonra fuar açıldığında, gezerken gördüğüm en önemli stand "Kitapçı" oldu. Sanırım her bilgisayar fuarında kitapçılar en çok ilgiyi çeken yerler oluyor. Çünkü program yazanlar herşey "online" ve elinin altında da olsa, hala bir kitabı eline alıp, dinlenirken, sigara içerken, TV seyrederken, beyninin bir köşesinde kendisini yiyip bitiren bir sonunu, kitaba bakarak çözmeye çalışıyor. Uzun yılların birikimini ve alışkanlığını, bir anda üzerinden atamıyor. "Online" yardım ekranları, tam gereksinimi karşılamıyor, ya da duygusal davranıp kitabı fiziksel olarak ellerinde tutmak istiyorlar.

Kitapçının raflarından bize yarıyabilecek kitapları topladıktan sonra (toplam yedi kitap) ödeme yapmak için kuyruğa girdim. Kitapçı her kitap alana bir de T-shirt hediye ediyordu. Bunu görünce arkamda duran iri yarı siyah yazılımcıya :

- Bu kitapların hepsini bu T-shirt'ler için aldım. Her kitaba bir T-shirt alırsam, çok fazla T-shirt'üm olur. Onları otelin köşesinde satarsam, bir kitap bedavaya gelmiş olur.

deyince bana bakıp keyifle güldü. Öyle ya ABD'de satılacak birşeylerin varsa, her zaman bir alıcı bulabilirsin. Hele San Fransisco sokaklarında... Hemen bir tezgah açıp onları satmaya başlayabilirim. Siyah yazılımcının, bunu şaka konusu yapmam, hoşuna gitti. O da bu tür davranış içinde bulunan insanların arasında geldiği için, benim iyi bir gözlemci olduğumu sandı. Bilmiyor ki benim yaşamımın son yirmibeş yılının geçtiği İstanbul'da, bunlar öyle doğal ki... Birden cadde üzerinde açılan sergide, giysi pazarlayanları görmek, eline aldığı bir donanımı yürürken satanla karşılaşmak, elindeki bir buket çiçeği satmaya çalışanı görmek öyle doğal ki... Ben kuyrukta beklerken yıllardır gördüklerimi, sözcüklere yansıttım. Onlarsa, şaka yaptım sandılar.

Sonunda aldığım her CD, yazılım, broşür ve belgeye karşılık bir T-shirt toplayarak kocaman bir torba dolusu T-shirt sahibi oldum. Hepsinin üzerinde "Apache" yazısı, ya da logosu var.

Fuar alanındaki güvenlik konusuyla ilgili tüm yazılımlar yalnız "US" kullanıcıları ile ilgili olduğu için broşür bile almadım. RedHat stand'ından güvenli WEB sunucu (SSL diye geçiyor) paketinden almak istediğimde, yalnız "US" için geçerli olduğunu söylediler ve satmadılar. Satıcı "Benim başım belaya girer" diyerek satmaktan vaz geçti. Çünkü içinde kripto yazılımı var. Kriptografik yazılımın ABD dışına çıkması yasak. Kısacası Devletin eskimiş yasası, Internet ortamında bu yazılımı kullanmak isteyenlerin karşısına sorun olarak çıkıyor. Devlet de bu yasa ile Internet'te varlığını hissettirmeye çalıştığından, pek vazgeçecek gibi görünmüyor. Bugün anlatısı olan konuşmacılar da bu konuda karşılaştıkları sorunları bildirilerinde dile getirdiler. Yasa koyucular, her zaman yaptıkları gibi yasayı eksik düşünmüşler. Algoritma ve program kodu kitap halinde yayınlanırsa suç olmuyormuş. Bu konu üzerinde uğraşanlar hep kitap bastırıyorlar. Kitapların içinde kriptografi programları ve algoritmaları var. Kitabı okuyan biri de bunu dünyanın herhangi bir yerinde bilgisayar ortamına aktarınca, algoritma, hatta program yasalara karşın, Internet ortamında kullanılır olmaya başlıyor. Yeni yazılım "US" sınırları içinde kullanılamıyor. Çünkü kriptolu yazılım ithal etmek de yasak. Bunun da çözümü bulunmuş. Bu tür yazılımlar Avurstralya'dan yayılıyor. Avustralya'dan kripto yazılımı almak yasalara aykırı değil. Kısacası "Çareler tükenmiyor"...

RedHat stand'ında çekim yapılırken, benim iriyarı siyah yazılımcıyı figüran olarak kullandıklarında, ileride belki çok değerli bir yıldız olur gerekçesi ile resmini çektim. O da neden çektiğimi bildiği için biraz alımlı poz vermeye çalıştı.

Macintosh stand'ında bulunanlar "Apache" yazılımını Mac üzerine taşımışlar. Bundan böyle Mac iyi bir WEB sunucu olarak kullanılabilirmiş. Yazılımı geliştirenler, konferans salonunda yanımda oturuyorlardı. Ben resim çekerken kendi aralarında konuşmuşlardı. Sonra Anita (bu programı yazan ikiliden biri) stand'da resimlerini çekersem çok sevineceğini söyledi. Fuar kurulduğunda yanlarına gittim ve resimlerini çektim. Onlara e-posta ile gönderdim. Resimleri WEB sayfalarında kullanacaklarını söylediler. Bu arada benim de bir Mac/Apache yazılımım oldu. Lisansını uzatmak istersem "Kişisel olarak tanıdıkları için" benim yazılımıma hemen lisans göndereceklermiş. Bu kıyak da Anita'dan. Dostluklar çok önemli. Kopmamasını da Internet sağlıyor. Bu insanlarla e-posta aracılığı ile haberleşeceğiz...

Yıllar önce sanırım onbeş, hatta onyedi yıl önce bir İngiliz bana:

- Telefonda sesini duyduğumda aklıma yüzünün biçimi gelecek. Şu anda konuştuklarımızı anımsayacağım. Bu çok önemli. Yalnız ses, insana fazla birşey vermiyor.

demişti. Doğru söylüyor olmalı. Bu konferanstan edindiğim en önemli bilgi, bence kişileri yüz yüze görüp tanımak. Onlarla konuşmak. Yoksa bunca yol çekilmezdi...

Fuar alanı gelenlerin ilgi alanlarına göre sunuşlar ve gösterilerle devam ederken, eleştiri yapanlar ve aynı konuya ilgi duyanlar, aynı stand çevresinde toplandılar. Birbirlerine bu kısacık sürede, bildiklerini aktardılar. Bu konuşmalarla kurulan arkadaşlıklar, bazen dostluklara dönüşebiliyor. Çünkü buradaki kişilerin ilgi alanları aynı...

 

VE BÜYÜK PARTİ...

Herkes tüm konferans boyunca büyük partiden söz etti durdu. Parti IBM tarafından Explanatorium'da veriliyordu. Dörtyüz kadar erkek izleyiciden oluşan katılımcıların bir araya gelerek, nasıl bir parti yapacakları benim için çok büyük bir merak konusu oldu. Sabırsızlıkla akşam olmasını ve otobüslere doluşup partinin yapılacağı yere gitmeyi bekledim.

Konferans bitince, bir saatlik aradan yararlanıp odama çıktım ve takım elbisemi giyerek parti için hazırlandım. Partide olsun şık görünmek iyi olur diye düşündüm. Tüm konferans boyunca, yere oturup sunuşu izleme olasılığı olduğundan, oturumlara kot pantalon ve T-shirt ile katılıyorduk. Katılımcıların arasında ceket giyenler vardı ama, kravat takan pek yoktu diyebilirim. Yalnız bazı konuşmacılar, sunuş yapacakları gün takım elbise giyip kravat taktılar. Doğal olarak o gün kravatlı dolaştılar.

Otobüse bindiğimde pek kimse yoktu. Sonra insanlar gelmeye başladı. Sanırım bizim otobüsün kapısında "Bayanlar giremez" yazıyor olmalı ki otobüse yaklaşan bayanlar (birden sayıları çoğaldı) hemen yön değiştirip, arkadaki otobüse koşuşturdular. Ben önceleri yalnış yorumluyorum sandım ama, otobüs içindeki diğer gençlerin konuşmasından ve yorumlarından anlıyorum ki kendi kendime paronaya yapmış değilim. Herkesin izlenimi aynı...

Otobüs, San Fransisco sokaklarını tırmanırken, dura kalka ilerledikçe, San Fransisco'nun hemen yer yerindeki, sokak üzerinde sıralanan binaları ayrıntıları ile görmüş olduk. Güneş daha batmamış olduğu için binaların mimari özelliklerini, dükkanların vitrinlerini görmek, genel olarak San Fransisco hakkında bilgi edinmek açısından oldukça verimli bir şehir turu oldu bu gezi. Parti yerine ulaştığımızı, önümüzdeki otobüsten inip, hızlı adımlarla yeşillik bir alana doğru yürüyen katılımcılardan anladım. Bizim otobüs de durunca yürüyüş koluna katılmakta gecikmemeye çalışarak acele bir tavırla otobüsten indim. Bilmediğim bir yerde, sürüden ayrılıp, kurtlara yem olmak işime gelmezdi.

Yüksek sütunların ve görkemli kubbenin aydınlatıldığı park alanına gelince biraz durdum. Tarihi yapıtlara duyduğum saygı ve yapının güzelliği ile önümdeki görüntüyü izledim. Sonra herkes gibi bir binanın kapısından içeriye girdim. Kapıda küçük el feneri ile yaka kartımızı denetlediler. Giriş için katılımcılara verilen yaka kartı yeterliydi.

Loş bir ortamdaki bu kocaman binanın içine bakınmaya başladım. Bina büyücek bir spor salonundan en az iki kat daha yayvan, biraz daha alçaktı. Zaten daha küçük bir yer beklemek ABD standartlarına yakışık kalmazdı. İlk görebildiğim kadarı ile binanın her köşesinde kendi olanakları ile aydınlatılmış donanımlar var ve yanlarında da yazılar. Yazılara bakarak, önce modern bir sanat galerisine geldiğimi sandım. Gördüğüm donanımın yanındaki yazıların içeriği, benim bu yargıyı oluşturmama neden olmuştu. Eh, sanat galerisinde bir parti. Daha ne olsun...

Binanın tam ortasında kurulmuş açık büfenin önündeki kuyruğu görünce aç kalmamak için hemen kuyruğa girdim. Benim yaşadığım yerde kuyruk bu kadar uzun olunca büfede yiyecek kalmaz. Yorgunluktan ve heyecandan olsa gerek çok da açıkmıştım. Daha çok haşlanmış sebze ve makarna türü yiyeceklerle karnımı doyurdum. Şişkin bir karınla binanın içini dolaşmaya başladığımda, binanın modern sanatla pek ilgisi olmadığını anladım. Her stand bir deney alanı. Teknolojik gelişmenin nasıllarını anlatan genel bilgi ve deneylerden oluşuyor. Bizim fen bilimleri derslerinde gördüklerimiz, kitaplarda kuramsal olarak okuduklarımız, burada deney ortamında sergilenmiş. Her deney ortamının yanında en çok iki paragraftan oluşan bir de açıklama var. Sarkaçlar, polarizasyon, ışık oyunları, rüzgarın etkisi, biyoloji, gök bilimi ve diğerleri. Burayı gezen bir lise öğrencisi, fen bilimlerinde okuduğu kavramların ve kuramların ne olduğunu çok kolay anlar. Kısacası "Explanatorium" benim gördüğüm en büyük eğitim labuvatuarı. Bu kadar çok deneyi, hem de kurcalayarak sonuçlarındaki değişikliği izlemek çok ilginç.

Katılımcılar önce sergilerdeki gibi tüm deney alanlarını birer birer gezdiler. İçkilerini yudumlarken yanlarındaki bayanlara baktım. Otobüse binerken türeyen bayanların ne olduklarını burada bina içinde anladım. Katılımcıların eşleri, ya da kız arkadaşları bu bayanlar. Bir süre sonra herkes kendine uygun bir oyuncağın başına geçti ve kurcalamaya başladı. Sıkılan bir başka deneye geçerken, oradakiler de yeni bir deneyden ne öğrenebileceklerini görmek için yer değiştirmişlerdi. Bizim parti tüm gece, deney masalarında deney aletlerini kurcalayarak sürdü gitti. İşte bizim "Büyük parti".

Kendimi yıllar önce liseyi bitirip de üniversiteye gittiğim yıllarda sandım. Başkalarını bilmem ama bu deneylerin çoğunu unutmuşum. Deneylerin adlarını okudukça anımsadığım olaylara gittim bazen. Bence bu parti, katılımcıların çoğunluğunun konuya yakın eğitim almış olmaları açısından oldukça iyi idi.

 

Bazen gezmekten yorulunca, parti ve deneylerden uzaklaşmak için girdiğimiz kapıdan dışarıya açık havaya çıkmak gereği duydum. Hava biraz serin olmasına karşın üşümüyorsunuz. Tarihi binanın görkemli duruşuna bakarken, çevremde gördüğüm gerçeği yazmak gereği duydum. Gerçek şu ki, ABD'de insanlar hala sigara içiyorlar. Belki işyerlerinde, kapalı alanlarda, lokantalarda içilmiyor ama, gizliden gizliye, hemen herkes içiyor. Gençler de içiyor...

Parti ortamından gruplar halinde kapıdan çıkanlar, hemen çantalarından çıkarttıkları sigaralarını yakıp dumanını havaya üfleyiveriyorlar. Bazıları hala sigara içtiklerini gizlemek için olsa gerek, köşedeki ağaçlara doğru hızlı adımlarla gidip orada tüttürüyorlar sigaralarını. Sigaranın kırmızı kor gibi olan ucu, ağaçların altında da olsalar, ateş böcekleri gibi bir partayıp bir sönüyor. Işık olmadığından dumanı göremiyorum. Bir sigara içimi kadar süre geçtikten sonra, ağaçların altından topluca çıkıp parti alanına geri dönüyorlar.

Dikkatimi çekti. Bu insanların vücut yapıları pek bozulmamış, bunlar fazla kiloları olmayan düzgün yapılı insanlar. Aşırı kiloluları onların arasında göremiyorsunuz. Bu gezi bana bir gerçeği gösterdi. Şöyle formu bozulmamış bir Amerikalı gördüğünüzde orta yaşlı ise hiç çekinmeden sigara tutun ona. Önce biraz tedirgin olacak sonra, cesaretlenip hemen sigarayı alıp içecek. Eğer genç ise yapısını hala spor yaparak koruyor olabilir ve bu nedenle sigara içmiyordur. Sigaranızı almama olasılığı vardır...

Şimdi biraz geriler 1945'li yıllara gidiyorum. İkinci dünya savaşı bitmek üzere. Avrupa'ya çıkartma yapılmış. Her yerde Alman kuvvetleri geriliyor. ABD askeri cebinden sigarasını çıkarıp şöyle eliyle hızlı bir hareket yapıp sigara paketinden bir sigaranın dışarıya uzanmasını sağlıyor. Sigara paketten çıkmış "İçsene beni" der gibi sunulan kişiye bakıyor. Avrupalı yıllarca kendi ülkesinde Alman kuvvetlerinin tutsağı olmuş. Açlık son safhada. Sunulan sigarayı alıp, duvar kenarına çömeliyor ve sigarasından bir nefes çekiyor. Duman çiğerlerini doldurup zehirini akıtırken, hafiften başı dönüyor. Sanki şişelerle şarap içmiş gibi. Nikotinden sarhoş olmuş. Mutluluk içinde askere bakıyor ve gülümsüyor. Özgürlük ve sigara dumanı... Özgürce sigara dumanını üfleyebilmenin mutluluğu...

Bugün karanlıkta gizlice sigara içen Amerika'lı ile sokaklarda elindeki sigarayı avuç içinde saklayarak içen Amerika'lı kendi ülkesinde tutsak. Kendi vatandaşlarının tutsağı olmuş. Şişman Amerika'lı onu sağlık uğruna tutsak etmiş. Eskiden "Çirkin Amerikalı" vardı. Vietnam savaşı sırasında. Şimdi de "Şişman Amerika'lı" var. Sigaraya karşı açılmış savaşta. Bir bakıyorsunuz en yardım sever, en candan insan bu Amerika'lılar. Bir bakıyorsunuz dünyanın en acımasız insanı. Hemen sizi yiyip bitiriyor. Acımasızlığın altında paranın alım gücü, para imparatorluğu var. Paraya tapan, onun kölesi olanlar o kadar çok ki.

İçmek istemediğim için sigaramı yanıma almamıştım. Parti boyunca sigara içmedim. Kapıdan dışarıya, serin havaya çıktığımda, kapıdaki görevli birkaç kez beni izledi, ne yapıyorum diye. Sigara içmeden dolaştığımı görünce bana yaklaşıp konuşmak istedi. Öyle ya, sigara içenler dışında, açık havaya çıkan pek yoktu. "Kimbilir, bu adamın derdi nedir?" diye düşünmüş olmalı ki benimle konuşmak ve merakını gidermek istedi.

- Nerelisin?
- Türkiye.
- Ben İstanbul'u çok severim.
- Ben de orada yaşıyorum.
- Binbir gece masalları gibi mistik ve büyüleyici bir kent.
- Gördüm mü orasını?
- İstanbul, Bursa, Efes dolaştım oraları, çalışıp para biriktiriyor sonra da geziyorum.
- Burasına çok benzer.
- Evet. Ben de çok şaşırdım. Ama sizin minareleriniz bizde yok. Mistizmin temelinde, o ince minareler var.
- Evet. Severim ben de İstanbul'u.
- Özledim mi orasını?
- Daha yeni geldim. Hem konferans bitince geri döneceğim. Özlemeye vaktim olmayacak.
- Orada kızlar da çok güzel. Ruslar da geliyormuş. Güzel Rus kızları kendilerini satıyorlarmış.
- Bir bölümü öyle olabilir, ama zengin Ruslar da var. En yakın tatil yeri Türkiye olduğu için tatile geliyorlar. Hem bizim kızlarımız, sizinkilerden güzel.
- Öyle deme ama.
- Neden? Sizinkiler hep şişman baksana.
- Evet şişmanlarımız biraz fazla.

Bu konuşmadan sonra, uykum açıldığı için yine içeriye partiye geri dönüyorum. Hala vücut saatim buraya uyum sağlamadı. Saat 20.00 den sonra uykum geliyor. Çünkü Türkiye'de saat sabah 6.00 olmuş oluyor.

Sonunda binanın bir köşesinde kahve makinesi buldum. Uykum açılsın diye sürekli kahve içiyorum. Saatlerdir tüm deneyleri gezdim. Binanın içinde belki on tur attım. Yürümekten yoruldum. Uykum açılsın diye kapı önüne her çıktığımda, bizim bekçiyi gördükçe, onunla konuştum. Böylece zaman geçti...

Bize yaka kartlarını verirken, kartın arkasındaki kuponları saklamamızı söylemişlerdi. "Bu kupon ile büyük partide size ödül verilecek" demişlerdi. Ödülün ne olacağını bilemezdim ama, kupon üzerindeki sayıya bakınca, partide bir çekiliş yapılacak, talihliye büyük bir ödül verecekler gibi gelmişti bana. Kapı önünde serin havanın beni uyandırmasını beklerken, çıkışın önündeki masada T-shirt dağıtıldığını gördüm. Herkes sakladıkları kuponu verip Apache T-shirt'ü alıyordu. Ben de kuyruğa girdim. Boyutlarıma uygun bir T-shirt alınca gülmeye başladım. İstanbul'a bir bavul dolusu T-shirt ile dönüyorum. Hepsi de promasyon...

Şu bizim gazeteler tabak, çanak vereceklerine T-shirt dağatsalar daha iyi olacak gibi geliyor bana...

Partide aldığım ödülle, biraz daha dolaştım bina içinde. "Ödülümü, bir deney başında unutmadan yola koyulsam" dedim. Kapıdaki bekçi, bir konuşma sırasında, otobüslerin geri dönüş yaptığını söylemişti. Partiden erken ayrılanlar için hazırlanmış otobüse bindim ve otele geldim. T-shirt'ü valize yerleştirdikten sonra yatağa uzandım. Yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. Uyuyakalmışım.

Konferansın son gününde düzenlenen panelde, Apache ekibi "Diğer katılımcıların, yazılıma nasıl katkıları olabilir?" diye salondaki izleyicilere bir soru yönelttiklerinde, salondan çıkan tek ses:

- T-shirt dağıtarak.

oldu. Anlaşılan ödül almak herkesi mutlu etmiş...

EMEK KONUŞMALARI VE KONFERANSTAN NOTLAR

Hilton, Apachecon'98 katılımcılarına güzel yemekleri sunarken, yemekler hakkında konuşan kimseyi görmedim. Benim de söyleyebilecek hiçbirşeyim yoktu doğrusu. Bu kadar lezzetli yemek her yerde yenmiyor.

Bir masa çevresinde oturup yemek yenirken yapılan konuşmalar, genelde kişilerin bilgisayar ve yazılım konusunda karşılaştıkları sorunlarla ilgili oluyordu. Konuşmalarda yapılan şakalar da tam bilgisayarcılara göre.

Bir yemek sırasında yanımızdaki sandalye boştu. Bir bayan geldi ve:

- Bu sandalye oturmak için mi boş bırakılmış?
- Üzerinde senin adın yazılı.
- O halde oturabilirim.

biçiminde küçük bir söyleşi yaşamış olduk. İnsanlar bilgisayar deyimlerini günlük yaşamlarına yansıtmışlar, söylemek istedikleri bir olayı anlatmak için bu komutları kullanıyorlar. Böylece herkesin, aynı anlatımdan, aynı anlamı çıkartmalarını sağlamış oluyorlar. Bu kullanım biçimi bir alışkanlık haline dönüşünce, yıllar sonra ortaya "Bilgisayarcı" dili diye birşey çıkacak. Bu dil bilgisayar komutlarının ve kavramlarının günlük yaşama, "deyimler" biçiminde aktarılmasından oluşacak. Sonra her yaşayan dil gibi kendi içinde gelişecek. Belki üniversitelerde "Black English" yanı sıra, "Computer Scientist English" diye bir ders de okutulmaya başlanacak. Gelecek bence üç aşağı, beş yukarı bu biçimde olacak. Çünkü bu konferansa konuşmacı, ya da dinleyici olarak gelenlerin en önemli ortak özelliği, günlük yaşamlarına, çoğu UNIX komutlarından oluşan, bilgisayar deyimlerini aktarmış olmalarıydı.

Bilgisayarcıların bir araya geldiği her koşulda olduğu gibi, Windows ve Microsoft bu konferansdan da kendi payına düşeni aldı. Bu işi bilenlerin kabullenemiyeceği kadar çok hatalarla dolu olan bu işletim sistemi, her sorunda, ya da her sıkıntılı ortamda görevini yapmayarak ortaya çıktı. Doğal olarak herkes görevini yerine getirmeyen bu işletim sistemini suçladı durdu.

Konferansa normal koşullarda 400 kişi katıldı. Bu toplantı salonunda yaklaşık 200-250 laptop, sunuşlar sırasında görevde oldu. Katılımcılar, notlarını laptop bilgisayarlarına yazıdılar. Pekçok laptop'un işletim sistemi Windows iken, birçoğunda Linux yüklenmiş olduğunu, X-windows ortamı kullandıklarını gördüm. Daha karmaşık ortamlarda çalışanlar Linux kullanmayı uygun buluyorlar.

E-posta odasında altı tane PC var. Yerel ağa bağlananlarla aynı anda on onbeş kişi elektronik postalarına bakabiliyor. Salonda, kahve molalarında ve e-posta odasında, boş yer yoksa, yere oturarak, ayaklarınızı uzatarak işinize devam etmek en doğal davranış. Bu yüzden yürürken çok dikkatli olmak gerekiyor. Her zaman birinin ayağına basabilirsiniz. Ya da onlar size çelme takmış olabilirler...

HAFTA SONU

Tüm çalışanlar hafta sonuna Cuma akşamından başlayıp, tatilden biraz daha çok yararlanmak isterler. Cuma akşamı, burada da sokaklar insanlarla doldu. Bizim konferans öğle saatlerinde bittiği için herkesten önce fırladım sokaklara. Önce tarif üzerine bilgisayar ürünleri satan mağazaya gittim. İçeride biraz dolaştıktan sonra ABD'li bilgisayar tutkunlarına acıdım. Onların bilgisayar ürünlerine ödedikleri bedel, bizimkilerden çok fazla. Malı burada seçip, Türkiye'den almak en uygun olanı.

Sokaklarda dolaşan süslenmiş bayanlar ve iyi giyimli beyler hafta sonunun keyfini çıkarıyorlar. Dükkanlara girip çıkarken, bazı köşelerde Türkçe konuşulduğunu duyuyorum. San Fransisco'da yaşayan Türk'ler olmalılar. Bizim bürodaki kızların makyaj yapmalarına hep takıldığım için buradan onlara, birkaç tane makyaj malzemesi almaya kalktım. Büyük bir mağazanın bayan makyaj malzemeleri satılan giriş katındaki bir reyona yaklaştım çekinerek. Bu katta dolaşan erkekler ya eşleri ile gelmişler, ya da kendilerini bayanlara daha yakın gören kişiler. Saçları dökülmüş, koyu renk takım elbiseli, kırk yaşlarında bir tezgahtar yanıma gelerek:

- Size nasıl yardımcı olabilirim?
- Şu farlardan alacaktım.
- Hangisinden istersin?
- Mor ve pembe olandan almak istiyorum.
- Bunlar var nasıl?
- Onu bilemem. Bu konuda bir deneyimim yok.

Bu arada reyonda görevli bir genç ve iki bayan da yanımıza geldiler. Çevremi, dört tezgahtar birden sardı. Genç biraz feminen görünüşlü, bayanlar ise meraklı. Genç hemen araya girerek:

- Burası San Fransisco. Kimin ne olduğu belli olmaz.

Gülerek cevap verdim:

- Benim değişmem için biraz geç değil mi?

Gülüşmeler başladı. Orta yaşlı tezgahtar biraz daha yanıma yaklaşırken, genç ve bayanlar ilgisizleşti. Ben onların beklediği gibi çıkmadım herhalde. Sonunda almak istediğin ürünler paketlendi ve oradan hızla uzaklaştım.

Burada birşey öğrendim. Bir dükkandan bir şey satın almaya kalktığınızda, hemen balıklama atlayıp bedelini ödemeyin. "Bunun parası çok, ben bu kadar ödeyemem" derseniz mutlaka indirim alıyorsunuz. Bazen bu indirim %50 oranlarına kadar çıkıyor. Ancak bu kadar indirimden sonra yasal bir fiş beklemeyin, bir şeritli hesap makinesi çıktısı size yetmeli. Her kasada bir yasal yazar kasa, bir de şeritli hesap makinesi var. İndirimden sonra vergiyi hesaplıyorlar ve vergili ücret ödüyorsunuz. Yani her zaman pazarlık yaptığınızdan %7.5 daha fazla ödeme yapıyorsunuz. Aldığınız belge yasal olsun, ya da olmasın vergiyi ödüyorsunuz. Bu ülkede vergi ödeyen bir vatandaş olmadığıma göre, verecekleri belgenin türü benim için o kadar önemli değil. O, biraz da dükkan sahibi ile kendi devleti arasındaki ilişki. Benim dikkatimi çeken konu, hemen her ülkede satıcının vergiden kurtulmanın bir yolunu buluyor olması. Burada sorun kazancının ne kadarını "vergiden muaf" tuttuğu biçimine dönüşüyor. Bizde bu oran satıcı yararına, oldukça yüksek gibi geliyor bana...

Akşam üzeri sokakları dolaşırken bir mağazaya giriyorum. Vitrindeki fildişi bibloların bedelini öğrenmek amacı ile. Tam içeriye girdiğimde tezgahtarlar:

- İyiki doğdun...

diyerek ellerindeki şişeleri kaldırıyorlar. Bence su şişesinden bira içiyorlar. Elma suyu gibi gözüküyor... Bu olay bana gençliğimde kola ile votkayı karıştırdığımız (volta kokmaz ya) kuru pasta ve limonata sunulan düğünlerde içtiğimiz içkiyi anımsatıyor. Hani, çevredeki tutucu aileleri tedirgin etmemek için gizlice içtiğimiz içkiyi... Araya girmiş olmak için:

- Ama bugün benim yaş günüm değil.
- Biz de zaten bu adamın yaşgününü kutluyoruz.
- O zaman yaşgünün kutlu olsun.

diye ben de karışıyorum bu yaş günü partisine. Bir elli boyunda, tıknazca bir genç. Bir taraftan kıs kıs gülüyor, diğer taraftan İspanyolca konuşuyor (geçen günü, Daniel ile gelmiştik buraya. O buradakilerle İspanyolca konuşmuştu). Tezgahtar bana dönüp gülerek:

- Ondörtüne yeni girdi de.

Neden partiyi dükkanda kutladıklarını anlatmaya çalışıyor. Belli ki arkadaşları yeni buluğa ermiş. Yani birisi ile ilk kez beraber olup cinselliği yaşamış. Tüm dükkan, onun başarısını kutluyorlar. Ben de elini skıp onu kutluyorum ve dükkandan ayrılıyorum. Ayrılırken fildişi heykeller için yine geleceğimi, partilerini bozmak istemediğimi söylüyorum. Beni uğurlarken:

- Bekleriz.

demeyi unutmuyorlar. Umarım yarın dükkana gittiğimde beni hatırlayıp yüksekçe bir indirim yaparlar...

Hava karardı artık. Saatlerdir sokaklarda dolaşıp duruyorum. Bir ara San Fransisco yokuşlarından birini tırmanırken, solda bir dizi tiyatro gördüm. Merak ettim "İnsanlar tiyatroya nasıl gidiyorlar?" diye. Hemen kaldırım değiştirmek için trafik ışıklarının yeşil olmasını bekledim. Ben yeşilde geçmeye çalışırken, sola dönmeye çalışan bir araç durup geçmemi beklemedi bile. Hatta direksiyonu üzerime kırarak "Yeşil ışıkta neden karşıdan karşıya geçmeye çalıştığımı" cezalandırır gibi bir de beni ezmeye kalktı. Bilemedi benim bu konuda yirmi yıldır deneyimli bir sporcu olduğumu. Nereden bilsin, anlımda "İstanbul'lu" yazmıyor ki... Küçük bir vücut çalımı ile arabadan kurtulup karşı kaldırıma çıktığımda, araba lastiklerini gıcırdatarak kendini topladı ve yoluna devam etti. Az kalsın beni cezalandıracağım derken, yol kenarındaki trafik lambasına sarılıp sokak ortasında öpüverecekti uygunsuzca.

Tiyatro önünde kotlu, T-shirt'lü insanlar, kazaklı beyler, gece giysileri ile bekleşen şık bayanlar, simokinli beyler vardı. Yani hemen her tür insan, her tür giysi ile gelmişler. Bir de sayılmayacak kadar çok camları ile bir Limuzin durdu kapının önünde. İçinden Limuzin'e yakışır giysileri ile değerli Amerikan soyluları çıktı.

Biraz ileride, duvar dibinde, giriş kapısından biraz uzakta, "fast-food" yiyen şık giyimli beylerle bayanlar gördüm. Tiyatroya aç karnına girmemek için ayaküstü birşeyler atıştırıyorlardı. Yinelemeye pek gerek yok ama söylemeden geçemiyeceğim, sigara tutkunları salonda içemeyecekleri sigaranın hesabını yapıp, kapı önünde birbiri ardına sigaralarını içiyorlardı. Biriktirdikleri nikotini salonda azar azar kullanacaklar herhalde.

Köşedeki super market'ten akşam alışverişini yapan "orta halli" Amerika'lılar çıkıyor. Biralarını da almayı unutmamışlar. TV karşısında sevdikleri programı izlerken yudumlayacaklar. Diğer yanda, yoldan hızla geçen uzun araçlar, ya bir lokantanın önünde durup, yolcusunu indiriyor, ya da ilk ışıktan sola dönüp, aşağıya doğru kaptırıp gidiyor. Bir başka köşede ikiye katlanmış, hastalıklı, dilenci görünüşlü fakir insanlar...

Burasi neresi bir türlü kestiremiyorum. Beyoğlunun ara sokaklarına da benziyor, San Fransisco'ya da. Konuştukları dili duyunca yadırgıyorum. Bazen "Bu insanlar çok tuhaf. Türkçe dururken neden aralarında İngilizce konuşuyorlar?" diye soruyorum kendi kendime...

 

CHINA TOWN

Buraya ilk kez, onaltı yıl önce araba kullanırken, yolumu kaybettiğim için girmiş, pek kolayla da çıkamamıştım. Bu kez hem alışveriş yapmak, hem de gerçekten San Fransisco'nun göbeğindeki Çin Mahllesini görmek için gittim.

Daha önce sorup da öğrendiğim kadarı ile "China Town" olarak bilinen Çin Mahallesi, otelden dört blok kadar uzaktaydı. ABD'de blok kavramı, "İki yol arasında, bina yapılan alana verilen ad" olarak tanımlanıyor. Bu durumda, otelden çıkıp sağa gitmem olanaksız. Bu yol, daha dört blok gitmeden bir başka ana yolla kaynaşıyor. Bana kalan tek seçenek, yüksek San Fransisco bayırlarını tırmanmak. Zaten yıllar önce de, yolumu kaybettiğimde, böyle bir yokuşu tırmanırken sapmıştım Çin Mahallesine.

San Fransisco yokuşlarını tırmanırken her kavşakta durup, Çin Mahallesi girişini görmek için sağ tarafa baktım ama görünürde Çin Mahallesi olduğunu gösteren bir simge bulamayınca, yoluma devam ettim. Artık yokuşun en üstüne çıkmama bir kaç blok kalmıştı ki, yol kenarındaki posta kutusunu açmış ve içindeki mektupları toplayan postacıyı gördüm. Hemen yanına gidip, Çin Mahallesine nasıl gideceğimi sordum. Postacı, yetkin adres bilgisini kullanabileceği bir tanık bulduğunun bilincinde, bana gideceğim yolu tarif etti. Hangi caddeye kadar yürüyeceğimi, oradan nereye döneceğimi, hangi kavşakta duracağımı ve sonra ne yapacağımı bir bir anlattı. Teşekkür edip, yanından ayrılırken, gideceğim yöne doğru yürürdüm. Şansıma gülüyordum. Düzgün İngilizce bilen birini bile bulmanın olanaksız olduğu bu sokaklarda, bana gideceğim yeri daha iyi tarif edecek birini bulamazdım. Anlaşılan günüm çok iyi geçecekti. Bulunduğum yerden uzun San Fransisco yokuşlarının resmini çektim. Başka yerleri bilmem ama burada, uzun yokuşu enine kesen kavşaklarda, diğer yönden gelen yolun eğimine göre yol düzleşiyor. Yokuş, büyük bir merdiven gibi oluyor. Bu özellik yokuş aşağı hızla giden bir aracın, hemen kavşağı geçtikten sonra ön tekerleklerinin yerden kesilmesine ve aracın uçar gibi havalanmasına neden oluyor. Şu filmlerde arabaların birbirlerini kovalarken, zıplayarak geçtikleri yollardan birinin üzerindeyim. Tarif üzerine sağ, sol yapa yapa, çıktığım yokuştan aşağıya inerek, sonunda Çin Mahallesine ulaştım.

 

Çin Mahallesi, Amerikan yapı uslübu ile Çin yaşam tarzının bir sentezi olarak karşımda duruyordu. Çin'liler yaşam tarzlarını değiştirmeden yıllardır bu kolonideki binalara, kendi geleneklerine uygun ekler yapmayı unutmamışlar. Sonuçta Amerikan evlerine, yapılan küçük eklerle (pancurlar, saçaklar, bayraklar, filamalar ve Çince yazılmış yazılar gibi) mahallelinin yaşam biçimini yansıtmaya çalışmışlar. Burası benim gibi turistlerle dolu. Her dilden konuşan insanlar dolaşıyor sokaklarda. Vitrinlerde küçük biblolar, Çin'lilere özgü aletler, yemek çubukları, fincanlar, tabaklar var. Bir de üzerinde San Fransisco yazan T-shirt'ler. Bir tanesi 3 dolar, dört tane alırsan hepsi 5 Dolar. Burada gördüklerimin çoğu hediyelik eşya dükkanları. En pahalı eşya 5 Dolar kadar (İnci, altın, ya da pırlanta almayacaksanız bu fiyat geçerlidir). Çinliler genelde herşeyi işlemiş, süs eşyası yapmışlar. İşlemelerde taş, plastik, tahta, fildişi ve aklınıza gelebilecek çalışılabilir her tür madde kullanılmış. Süslü küçük bibloların üzerindeki işçilik çok fazla. Bunlara karşın, bedelleri çok az. Bir çoğu kalıpla üretilmiş de olsa, ince işçilik örneği hepsi. Çoğu malın altında "Made in China" yazıyor. Gerçekten bu yazı doğru ise, bu ince işçilik ürünleri Çin'den ithal edilmiş olmalı. Anlaşılan milyarlarca insanın yaşadığı Çin'de, insanların sabırla kullanabilecekleri çok zamanları var. Bu kadar ince işçilik sabırlı ve dikkatli çalışmanın ürünü olmalı...

Sokaklarda dolarışken, kaldırımın kenarında çocukların oluşturdukları yöresel törenlerden biri ile karşılaşıyorum. Yoldan geçen turistler, durmuşlar oyunu izliyorlar. Video'ya alanlar, resim çekenler var. Ben de kameramı çıkarıp resimlerini çekiyorum.

Buraya asıl geliş nedenim, kendime bir kimono satın almak. Bir de bulabilirsem şu küçük fildişi biblolardan iki tane almak. Hediyelik eşya satan bir dükkana giriyorum. Birkaç küçük biblo beğendikten sonra askıda asılı duran kimonolardan alıyorum. Paketimi alıp dükkandan çıktıktan sonra, yol boyunca dizilen her dükkana girip sergilenen eşyalara bakıyor, genelde neler satıldığını öğrenmeye çalışıyorum. Görebildiğim kadarı ile aynı malı bu sokakta 2 Dolara da bulabilirsiniz, 10 Dolara da. Belki aralarında kalite farkı vardır. Ama benim bu kalite farkını algılamam olanaksız. Sanırım diğer Turistler için de bu yargı geçerli...

Birkaç tane küçük fildişi almak için bir dükkana giriyorum. Dükkanda mobilyalar, antikalar, vazolar, heykeller ve biblolar var. Dükkan sahibi olduğunu sandığım genç, sigarasını henüz yakmış.

- Bir sigara da ben içebilirmiyim?
- Doğal olarak. Ne istiyorsun?
- Şu vitrindeki fildişi biblolara bakacağım.
- Yukarıya çıkın, ben de birazdan gelirim.

Yukarıda bir koltuğa oturuyorum. Ortadaki sehpada kocaman bir kül tablası var. Sigaramı yakıp çevreme bakarken külünü bu tabağa silkiyorum. İçinde bir izmarit var. Benden önce gelen biri daha sigara içmiş olmalı. Burada kül tablası temizleme alışkanlıkları yok anlaşılan. Belki de dükkan sahibi izmaritleri biriktiriyordur. Adam ne de olsa antikacı. Yıllar sonra, bugün atılan sigara izmaritleri, ancak antikacı dükkanlarında bulunabilecek. Tütün bozulduğu için uzun süre saklanamaz ama, izmarit yanmış tütün ve filitreden olduğu için saklanabilir sanırım. Biraz bekledikten sonra dükkan sahibi yanıma geliyor.

- Ben bu işi bırakacağım. Tasfiye ediyorum. Pırlanta işine gireceğim.
- O işi iyi bilmek lazım.
- Ben de çok iyi bilirim. Burası bana büyük babamdan kaldı.

Sonra kırmızı kadife ile kaplanmış iki kutuyu yakınımızdaki antika masanın üzerine koyup, kapaklarını açıyor. Kutuların içinde küçük bölmeler var. Her birinde de bir fil dişi biblo.

- Bunlar büyükbabamın kolleksiyonu. Sen beğendiklerini seç. Kaç tane alacaksın?
- İki tane almayı düşünüyorum.
- Şu kutudan seçeceğin iki taneyi sana 300 Dolara veririm.
- Bunlar pahalı.
- Sen önce istediklerini seç gerisi kolay.

Bu pazarlık bir saat kadar sürüyor. Bir ara bana tüm kutuyu bile satmaya kalkıyor. Param olmadığımı söylediğimde "Sonra ödersin" diyor. O zaman:

- Ama ben buralı değilim.
- Nerelisin?
- Türkiye'denim
- Neresinde oturuyorsun?
- İstanbul.
- Ben Antalya'ya gittim. Gördüm oraları. Ama artık orada Casino'lar yokmuş.
- Evet, kapandı.
- Tamam sen al hepsini, sonra bana yollarsın.
- Olmaz. Ya yollayamazsam. Ben çok üzülürüm.

diyerek cebimdeki parama uygun sayıda biblo alıp dükkandan çıkıyorum.

Yolda yürürken düşünüyorum da Casino'ların kapanması ve Rusya'dan genel kızlar (şu bizim Nataşa'lar) dünyanın öteki ucundaki insanların ilgisi çeken haberler. Sanırım turizm konusunda daha radikal davranıp, başka şeyleri de öne çıkartmalıyız. Yalnız tarihsel kalıntılar, tatil beldeleri yeterli değil galiba...

 

BAVUL TAŞIMA KABUSU

Tüm gün, sokaklarda hızlı hızlı yürüyüp, çevreye son kez bakmaya çalışırken, öyle yorulmuşum ki dayanamayıp erkenden yatağa yattım. Genelde dinlenmek için yatağa uzandığımda üstümü örtmeden yatarım. Ama bu kez bilinçsizce üstümü örtmüş olmalıyım ki, uyandığımda yorgan üzerimdeydi. Aslında uyur kalırsam diye saatin alarmını çok önceden kurmuştum. Valizlerim hazırlanmıştı. Son bardak kahvemi içmeden uyuyakalmışım. Hani çok içkili olunca, yatağa nasıl uzandığınızı bilmeden bazı şeyleri içgüdü, ya da alışkanlıkla yaparsınız, uyandığınızda çevrenizi inceleyip ne yaptığınızı bulmaya çalışırsınız ya, benim ki de işte öyle bir şey olmalı.

Saat çalmadan 15 dakika önce gözlerimi açtım. Hemen yataktan fırlayıp karanlıkta el yordamı ile başucundaki ışığı bulup yaktım. Tam vücut saatim buralara alışmışken, ben toparlanıp gidiyorum işte. Bir haftada ancak alışırım oralara. Bu da onbeş gün için yaşam düzenimin bozulması demektir.

Yolculuğa başlamak üzereyim. Bugün en önemli işim, valizlerimi çekiciye yerleştirmek, çantalarımı omuzlamak ve tüm eşyalarımla dengeli yürümeyi becermek. Podyuma çıkan modellerin, tüm denemelerde başlarının üzerinde kitaplarla dengeli yürümeye çalışmalarına benzer, bir görüntü oluşturmak üzereyim. Çekiciyi hazırladıktan sonra valizlerden büyük olanı en alta yerleştiriyorum. Kitaplar bu valizde daha çok olduğu için valizin iki köşesi, çekicinin üzerinden taşıyor, yere sürünüyor. İkinci valizi üzerine yerleştiriyorum. Lastik bandı üzerilerine sarınca, geriliyor, valizlerin dökülmesine engel oluyor. Ama benim geride iki çantam, bir torbam ve bir de valizim daha var. Haydi çantaları omuzuma assam, torbayı elimde tutsam ve çekiciyi diğer elimle sürüklesem geriye dönünce, yerde duran valizim "Beni niye burada bırakıyorsun?" diyecek. Ne yapıp, bir yolunu bulup, bu valizi de çekiciye yerleştirmem gerekli. Korucuyu lastik bandı çıkarıyorum. Üçüncü valizi çekicinin üzerine yerleştiriyorum. Artık lastik bandı kullanmam olanaksız. Bu durumda lastik bandı büküp, çantalardan birinin boş cebine yerlerştiriyorum. Valizlerimi check-in sırasında havaalanı yetkililerine teslim edince, çantalarımı çekiciye yerleştiririm diye düşünüyorum. O zaman bu lastik banda kesin gereksinim olacak. Bu iki şekilsiz çantanın üst üste durması, bir küre üzerine, prizmayı tepesi üstü yerleştirmeye çalışmaktan daha zor...

Omuzlarımda asılı iki çanta, bir elimle dengeli tutmaya çalıştığım çekici, diğer elimde torbamla kapıya gelince, bir sorunla daha karşılaşıyorum. Buraya kadar herşey gayet düzgün, sorun yok. Ama şu anda olduğu gibi önüme açılacak bir kapı, itilecek bir engel çıkarsa hareketi başlatacak bir elimin daha olması gerekli. Buna da bir çözüm üretmem gerekiyor. Bu arada dönüp odanın içine baktığımda, unuttuğum birşeyler var mı diye, yatağın baş ucundaki gece lambasını açık olduğunu görüyorum. Elimdeki bu yükle oraya kadar gidemeyeceğim. Dört saat sonra nasıl olsa "Housekeeping" servisi gelecek, onlar kapatır, yanık kalan lambayı diyorum ama şu önümde duran kapının kulpunu bir tutabilsem ve kapıyı açabilsem, lambayı düşünecek değilim bile.

Bu kapıdan bir kez daha çıkmayacağıma göre elimdeki çekiciyi geride bırakıp iki halmede kapıyı geçmeye kadar veriyorum. Bir elimle kapıyı açıp çantalarla ve torbayla dışarıya fırlıyorum. Hemen çantaları kapının dibinde duvara yaslıyorum. Özellikle kapının kapanmamasına özen gösteriyorum. Çünkü valizlerimin bulunduğu çekici, hala odanın içinde. Resepsiyondan söylemişlerdi, kapı kilidi olarak kullandığım kart bugün geçerliliğini yitirecek. Son dakikada kapı kapanır ve kartla açamazsam ve son dakika gölü ile ondokuzuncu kat koridorlarından en alt kata kadar, zamana karşı yarışmak zorunda kalırsam diye, kapıyı kapamaya çalışıyorum. Bir elimle kapıyı açık tutmaya, iteklemeye çabalarken, diğer elimle torbayı, gürültüsüzünce koridorun ortasına bırakmaya çalışıyorum. Bu kağıt torba, sanki sabah erkenden altı kirli ve karnı açıkmış küçük bir bebek gibi avazı çıktığı kadar bağırarak, biran önce rahata kavuşmak ve aç karnını doyurmak istercesine haşırtı ve gürültü yapıyor. Çıkan sese dayanmak olanaksız. Odalardan duyacaklar ve koridora kafalarını uzatıp "Ne oluyor burada acaba?" diyecekler diye ödüm kopuyor. Çekiciyi dışarı çıkartmak için açık kapıdan, yine odanın içine süzülüyorum. Bu sıkıntı ve telaşla anlımda ter taneleri birikmeye başladı. Birazdan sicim gibi ter akacak çenemden aşağıya...

Kapı kapandı. Varsın kapansın. Nasıl olsa içeriden açmak için kartı kullanmama gerek yok. Kapı kolu her zaman açılmasını sağlıyor. "Hazır ellerim boşken şu başucumdaki lambayı da söndüreyim" diye düşünüp, yatağın baş tarafına gidip lambayı kapatıyorum. Şimdi oda kapkara. Keşke buraya gelmeden girişteki lambanın ışığını açsaymışım. Buradan karanlıkta, el yordamı, ile kapıya doğru yürüyebilirim ama çekiciye özenle yerleştirilmiş valizleri devirebilirim. Yatağın yanındaki lambayı yine açıyorum. Çekiciye çarpmadan kapının yanına gidip buradaki lambayı yakıyorum. Sonra yine yatağın başına geliyorum. Lambayı söndürüyorum. Artık oda karanlık değil. Çekicinin başına geliyorumm. Dengesini bozmadan hafifçe eğiyorum ve hareket ediyor. Kapıyı içeriye doğru çekip kendimi koridora çıkarttığımda, çekicinin üzerindeki valizlerin kapıya çarpmamasına özen gösteriyorum. Sonunda kendimi koridora çıkartıyorum. Eh, çekicinin de yarısı çıktı sayılır. Ama tekerlekler eşiğe takılıyor. Gereken özeni göstermezsem, valizlerin biri bir yana diğeri öte yana devrilecek, tüm koridor, benim altı parça eşyamla dolacak. Bu durumda hepsini asansöre kadar taşımam olanaksız. Biraz ayağımın yardımı, biraz çekiciyi elimle kaldırmaya çalışarak, eşikten atlatıyorum. Kapı kapanmadan içerideki ışığı da söndürüyorum. Artık eşyalarımla koridora doluştuk...

Dengemi bozmadan, çantalarımı omuzlarıma asıyorum, elime torbamı alıp, çekiciyi arkamdan sürükleyerek koridorda ağır adımlarla asansöre doğru ilerlemeye başlıyorum. Düşündüğüm gibi, ter yüzümden aşağıya sicil gibi akıp, çenemden damlamaya başlıyor...

Asansörle otelin ana lobisinin bulunduğu kata geliyorum. Çekici ve valizleri peşimden sürüklerken, tam bankonun önünde durmam gerekiyor. Yeterince hız almış bu yük vagonunu, cilalı tabanın üzerinde durdurmak zor olsa da pek bir sorun yaşamadan, valizleri dökmeden, durmayı başarıyorum.

Otelden ayrılış işlemlerini tamamladığımda, çok güzel görünen sabah kahvesinin, buram buram tüten kokusu geliyor burnuma. Bir bardak kahve almak ve taksiyle havaalanına giderken onu yudumlama keyfini yaşamak için, eşyaları önemsemeden kahve makinesinin başına gidiyorum. Orta boy kola bardağına, bu güzel kokulu nefis kahveden dolduruyorum. Uyku sersemliğimi hala üzerimden atamamış olduğum için bardağın çevresinde kapak varmı tam hatırlamıyorum ama, üstü açık kahve ile bavullarımın başına geldiğimde, bunca yükü, bir de kahve bardağını taşıyarak, otelden dışarıya çıkaramıyorum. Gerçi dökülmesin diye, kahve bardağında dudak payını oldukça geniş bırakmıştım ama, ellerimin sayısı yetersiz kalıyor. Bardağı en yanık sutünun dibine koyup, valizlerimle kapıya doğru yolculuğa başlıyorum. Bir an önce binadan dışarıya çıkmak ve valizleri taksiye yerleştirmek istiyorum. Kapının önünde bekleyen taksi bagajını açınca, valizlerimi yerleştirmesini, hemen geri geleceğimi söyleyerek, hızla otelin kapısından içeriye giriyorum ve kahve bardağını bıraktığım sütunun dibine koşturuyorum. Neyse kimse bardağı oradan almamış (alsa yenisini dolduramaz mıyım? Doldururum elbette, ama o içemediğim ve bir işgüzarın alıp çöpe attığı kahve bardağına çok üzülürüm herhalde). Bardağımı kaptığım gibi taksinin yanına gidiyorum. Şoför valizlerimi bagaja yerleştirmiş, taksinin kapısını da açmış, beni bekliyor. Arka koltuğa oturuyorum. Sırtımı keyifle dayayıp, havaalanına doğru yol almaya başlıyoruz. Arada kahvemi yudumlamayı unutmadan, yol boyunca taksi şoförü ile konuşup duruyorum...

Havaalanına geldiğimizde taksi beni üç valiz, iki çanta, bir torba ve katlanmış bir çekici ile yolun ortasında bıraktıp gidiyor. Şimdi sorun bu valizleri çekicinin üzerine yerleştirip yol ortasında kalmaktan kurtulmak. Hızla çekiciyi açıyorum, valizleri üzerine gelişi güzel yerleştirip, çantalarımı omuzluyorum. Torbayı elime alınca, yoldan çekilmemi sabırsızlıkla bekleyen araçlara elimle teşekkür ettiğimi belirtip, kenardaki kaldırıma ulaşıyorum. Burada, yük taşıma için yapılan eğimli yoldan elimdeki yükle geçmeye çalışırken, yolun tam ortasında, tüm eşyalarım dağılıyor. Valizlerin her biri bir yana, kurşun yemiş yaralı askerler gibi yayılırken, eğildiğim için omuzundaki çantalar da dökülüyor. Onları toparlamak için ellerimi açınca, benim kağıt torba da kendini yer fırlatıyor. Sanki eşyalarım zorla götürülen tutuklular gibi ortamlarından ayrılmak istemezcesine direniyor, kapıdan içeriye girmek istemiyorlar.

Havaalanında görevli uniformalı bir gencin yardımı ile eşyaları çekicinin üzerine yerleştirmeye çalışıyoruz. Çabamız başarılı olmuyor. Sanki valizler taksinin bagajında birer küre olmuşlar üst üste durmayıp, devriliyorlar. Yaptığımız birkaç deneme sonuç vermeyince, eğimli alanda bu valizleri çekiciye yerleştiremediğimiz için görevli genç, onları kaldırımın düz kısmına taşıyor. Ben de valizleri çekiciye burada yerleştirdikten sonra ip üzerinde yürüyen cambaz dikkati ile dengemi bozmadan kapıdan içeriye giriyorum. İçeride ilk gördüğüm uzun kuyruğun sonuna gidiyorum. Çevreye yayılmış diğer eşyaların arkasında sırayı bozmamaya çalışarak beklemeye başlıyorum. Sıranın ilerlediği falan yok. Gençler var, yere oturmuş aralarında konuşuyorlar. Biraz bekleyip terimi sildikten sonra, yanıma yaklaşan bir genç "Biz hep aynı gruptanız, siz yanlış yerde bekliyor olabilirsiniz" diyor, biraz çekinerek. Hemen kendisine teşekkür edip, eşyalarımı topluyorum ve diğer kuyruğun sonuna yerleşiyorum. Bu kuyruk en azından diğerinden daha iyi, adım adım da olsa, ilerliyor. Sonra bir görevli bulup, bineceğim uçağın İstanbul bağlantısı olduğunu, bu kuyruğun doğru kuyruk olup olmadığını sormak istiyorum. Bir saatten çok kuyrukta bekledikten sonra, tam check-in yapacakken biri çıkıp, "Hayır yanlış geldiniz. Siz aslında bilmem neredeki kuyruğa girecektiniz" diyebilir ve uçağı kaçırmış olabilirim. Daha işin başından kendimi sağlama almak istiyorum. Görevli bayana elimdeki bileti gösterip, bağlantımı söyliyerek, doğru kuyrukta olduğumu kanıtlatınca içim rahatlıyor. Sonunda bankonun önüne geliyorum. Uçuş kartımı alıp, valizleri teslim edeceğim. Bir daha onları ancak İstanbul'da göreceğim. "Elveda sizelere" diyerek valizlerime yan gözle bakarken, bankodaki bayan, valizlerimin sayısı çok olduğu için fazla bagaj parası ödemem gerektiğini söylüyor. Nedenini sorduğumda, İngilizce'si açıklama yapmak için yeterli değil ama anladığım kadarı ile THY, fazla bagaj parası ödenmesini istiyormuş. Sorun San Fransisco ile Chicago arasında değilmiş, Chicago'dan sonraki uçuşumdaymış...

Uzatmadan, fazla bagaj parasını ödeyip uçuş kartımı alıyorum ve yol arkadaşlarımı güvenli ellere teslim ederek, uçağın kalkacağı kapıya doğru yürüyorum....

SAN FRANSISCO'DAN CHICAGO'YA

Uçağa binmemiz için körüğün kapısı açıldı. Yerime geçtiğimde, kimseyle ilgilenmeden, bu ana kadar birikenleri yazmak istedim. Uçak kalkmadan önümdeki masayı açamayacağım için aldığım kitaplardan birini okumaya başladım.

Yaşları ilerlemiş bir grup uçağa doluştu. Kendi aralarındaki samimi konuşmadan anladığım kadarıyla, ya hep beraber geziyorlar, ya da birbirlerini tanıyorlardı. İçlerinden bir bayan, yanına oturan yolcudan, kocası ile yer değiştirmesinin, kendisi açısından bir sakıncası olup olmadığını sordu. Genç yolcu, yerini bayanın kocası ile değiştirince, aynı sorunu yaşayan diğer bayanlar da yanlarındaki yolculardan yer değiştirme isteminde bulundular. Böylece bir çok bey ayağa kalktı, biraz hareketten sonra herkes yerine oturduğunda, bayanlar yanlarında kocaları ile yolculuğa hazır hale gelmişlerdi. Sanırım grup çok geç geldiğinden, uçakta yan yana oturacakları koltuklar kalmamıştı. Onlar da bu sorunu uçakta yolculardan rica ederek kendileri çözdüler. Yaşlarının ilerlemiş olması, onların isteklerinin geri çevrilmemesine, ve sorunun çözülmesine en büyük etken olmalı...

Yanıma oturan çiftin yerleri onbeş ve onsekizinci sıralarda olmasına karşın, onlar onyedinci sırada, yanımdaki koltuklarda, yan yana oturmayı başardılar. Böylece uçak kalkmadan bozuk olan "bilmece" çözülmüş oldu.

Uçak havalanıp, kemer takma ışığı sönünce, hemen önümdeki masayı açıp yazmaya başladım. San Fransisco'dan kalan yazmadığım pek çok şey var. Üzerinden zaman geçerse hepsini anımsayamam, unuttuklarım olur diye taze olan her anıyı sayfalara karalamaya başladım. Yorulmadan, usanmadan, hızlı hızlı sayfalarca yazdım. Bu arada kalemin mürekkebi bitti. Çantamı açıp yeni bir kartuş çıkarttım ve yazmaya devam ettim.

Yanımdaki yaşlı bayan göz ucuyla yazdıklarımı okumaya çalışıyor. Latin harfleri kullanıyor olmam, onun yazdıklarımı okuması için yeterli değil. Çünkü Türkçe bilmiyor. Çok da meraklandı. Artık yorulmaya başladım. Ara verip kitabımı çıkardım ve onu okuyorum. Kitap İngilizce. Okuduğun özetini çıkarıp deftere yazıyor olsam, öyle sayfalarla yazı olmaz. Birkaç paragaf yeter. Yaşlı bayan, beni göz ucuyla süzüp duruyor. Bayan, bir öğrense ne yaptığımı öyle rahatyalacak ki.

Kocası, sanırım tüm ekibin uçuş sorumluluğunu üstlenmiş. Bir ara çantasından çıkarttığı sarı zarfın içindeki çizelgelere baktı. Bu çizelgelerde ailelerin adları var. Yanlarındaki karelerde eksik olan "OK" işaretlerini yerleştirip, yeniden belgeleri zarfa koydu. Bazen kalkıp grubun diğer üyeleri ile konuşup şakalaşıyor. Uçak kalkalı bir iki saat oldu. Yapacakları birşey kalmadı. Daha yolumuz var ama. Bir ara adam benim de duyabileceğim kadar yüksek sesle, karısının kulağına eğilip:

- Bu adam roman yazıyor galiba. Bir sorsana.
- Sus. Adam İngilizce anlıyor. Ben uygun bir zamanda sorarım.

O ana kadar hiç konuşmadığımız için gerçekten İngilizce bilip bilmediğimin de pek farkında değiller. Sanırım yarım saat sonra, yaşlı bayan kalemin kapağını kapattığım bir anı fırsat bilip:

- Kitap yazdın herhalde.

diye konuya girdi. Hava atmanın bir gereği yok. Ne yaptığımı merak da ettiklerine göre, onların anlayacağı biçimde açıklamaya çalışıyorum:

- Yok, kitap değil. Küçük öyküler yazıyorum. Bu öyküleri Internet'te yayımlıyorum.
- Bak! Öykü yazıyormuş.

yüksek sesle kocasına öğrendiği bilgiyi aktardı. Onun merakını giderdikten sonra, bana dönüp:

- Sacramento'da oturuyoruz. San Fransisco'dan 100 mil uzakta.

Sonra grup uçaktan inerken, bir yaşlı adamın diğer bir yolcuya söylediklerini duydum :

- Biz her ay böyle toplanıp bir yere gideriz.

Eh, yaşlanınca toplanıp bir yerlere gitmek, ülke içinde görülmesi gereken yerleri gezmek, hatta, ülkeler arası dolaşmak güzel olmalı.

Yalnız gezmek için yolculuk yapmak çok güzeldir herhalde. Benim ki gibi olmamalı. Çalışma için yolculuk, stres çok olduğundan, pek çekilmiyor da...

CHICAGO - İSTANBUL

Artık eve dönüyorum. Yabancı olduğum kurallar, benim alışık olmadığım yasalar hepsi de geride kalıyor. Büyüğünü bırakıp, "Küçük Amerika'ya" yollanıyoruz. Ben, "Küçük Amerika'yı" çok seviyorum...

Son polis denetiminden geçip, uçağın kalkacağı kapıya geldiğimde çevrede işe yara hiçbirşey bulamayınca (bir kitap alacak dükkan bile) son bir kez Amerikan kahvesi içmek istedim. Öyle ya, onaltı yılda içinde sigara ve kahve Amerika'lının yaşamından çıkmaya başlamış. Kahve yerini soğuk içecekler bırakmak üzere. Bir daha ne zaman yolum düşer bilemem ama, bir kez daha ABD'ye gidecek olursam, kahve içme olanağı bulamam gibi bir korku sardı içimi. Aranmaya başladım. "Bu uzun koridorlarda, uluslararası alanda, kahve nereden bulabilirim?" diye.

Bekleme yerinin önünde mavi üzerine beyazla yazılmış "Cafe" yazısına bakarak bir arabaya yaklaştım. Kasadaki şişman bayana sordum:

- Kahveniz var mı?
- Arabanın öteki tarafında
- Ne kadar?
- Dolar Free (ücretsiz). Self Servistir.

Bunun üzerine arabanın diğer tarafına gittim. Üzerinde "Dikkat Sıcaktır" yazan bir termos var. Sanırım kahve bunun içindeydi. Yakınlarda bardak yok. McDonalds'dan bildiğim kadarıyla bardaklar bir yere takılı durur ve yere paralel bu bardaklardan en dıştakini çekip alırsınız. Burada benzeri bir yer var ama, yalnızca metal bir kapak var. Bardak falan yok. Şöyle elimle ittim. Arkası boşluk. Bir kahve içmeye kalktım, onda da bardak yok. Yani ben bu son şansı kullanamayacağım. Saatime bakatım. Daha yarım saat var. Acaba geri dönsem. Diğer bölümde, McDonalds var." Orada bir kahve içip, sonra mı gelsem?" derken bardakları gördüm. Bayan onları termosun bulunduğu yere koymamış da, arabanın görünmeyen başka yerine yerleştirmiş. Öyle ya, ücretsiz olunca fazla içilmesin diye bardakları saklamış olmalı. Ama ben kararlıyım. İlla da bu kahveyi içeceğim... Bulduğum yerden bir bardak aldım. Orta boy kola bardağı. Termosta kalan son kahveyi ona boca ettim. Kahve bitti. Son kahveyi almış olmanın mutluluğu ile bekleme salonuna geçip, yudum yudum tadına varacağım kahvenin. "Ah bir de yanında sigara tütürsem" diye düşündüm birden. Sonra "Gider ayak bir suç işlemiyelim. Nasıl olsa bizim ülkemizde sigara içmek sorun değil. Biraz beklerim. Ne olacak" dedim. Arabaya şöyle alıcı gözüyle bir kez daha baktım. "Cebimdeki son bozuk paralarla buradan birşeyler alabilirmiyim" diye. O zaman fark ettim. Satılan tüm mallar parayla satılan şeyler. Burada kahve ücretsiz olamaz. "Mutlaka ben yanlış anladım" diyerek şişman bayanın yanına gittim:

- Ücretsiz olduğuna eminmisin
- Hayır. Dolar free
- Anlayamıyorum ne demek istediğinizi.

O ana kadar bir Buda heykeli gibi hareketsiz duran bayan, yavaşca taburesini döndürdü ve kasaya 1.50 yazdı sonra bana dönüp:

- Dolar free dedi.

O zaman anladım. Kahveyi arabanın kenarına koyup iki elimle kafamı tuttum. Bu siyah bayan, bana "Kahve bir dolar elli cent" diyordu (Dolar fifty). Nasıl alayamadığıma hayıflandım durdum. Sanırım bir daha ABD'ye gelmeden Amerikan Kültür Derneğindeki kurslara yazılıp şu "Black English" kurlarına devam etmeliyim.

- Tamam şimdi anlayabildim. Özür dilerim.

dedim ve hemen ona beş dolar uzattım. Bana pişkince baktı:

- Sorun etme önemli değil.

dedi. Aslında o da biliyordu. Konuştuğu İngilizce'nin anlaşılmadığını. Ben işin iç yüzünü öğrenince biraz nükte ile muzipçe:

- Ne yapayım. Bu benim yabancı dilim. Kusura bakma her söyleneni anlayamıyorum.

dedim. İşte o zaman bizim şişko bayan göbeğini hoplatarak kahkaha attı. Nedeni anlamadım ama, benim son söylediğime, uzun süre güldü durdu. Ben de salona geçip kahvemi yudumladım.

Şu Colombia Kahvesinin tadı gerçekten çok güzel...

GENÇ VE GÜZEL

Kahvemi yudumlarken, birkaç kez, dün San Fransisco'da yaşadıklarıma gitti aklım. Onları anlatmadan geçemiyeceğim.

Cumartesi günü, San Fransisco'dan oğluma ve kardeşime almayı planladığım herşeyi satın aldıktan sonra otele geldim. Valizlerimi açıp aldıklarımı köşelerdeki boşluklara sokuşturdum. Valiz tıka basa dolunca, "Yeter artık" diyerek yatağa uzundım. Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkıp, Cumartesi gününün son saatlerinin keyfini çıkarayım, akşam da bir yere gidip güzel bir karnımı doyurayım istedim. Gömleğimi giydim, kravatımı taktım, siyah pantalon ve kırcıllı ceketimi giyip süslenmiş olarak sokağa çıktım. Hilton'dan dışarıya çıkınca ilk işim Macy's mağzası önündeki masalardan birine oturup kahvemi içerken açık havada, özgürce sigara içerek yoldan geçenleri izlemekti. Yolda yürürken daha önce gördüğüm, ama sonra bir daha bulamadığım bir mağazanın önünde buldum kendimi. Daha önce bu mağazada gördüğüm kazaklardan bir tane anneme almak istiyordum. "Yaşlı kadın, önümüz kış, kazağı giyer sıcacık" diye düşünmüştüm. Ancak tüm gün, sokak sokak aramama karşın, mağazayı bulamadığım için kazak almaktan vaz geçmiş, ona bir başka hediye alarak hediye faslını kapatmıştım. Mağazanın önünde biraz durdum. Bir türlü karar veremedim. İçeri girip kazak alsam mı, yoksa önce kahvemi içip, sonra buradan kazak alıp otele dönsem mi diye. Sonra düşündüm. Ya kahveyi içtikten sonra mağazayı yine kaybedersem, ya ben kahvemi içinceye kadar mağaza kapanırsa, içime dert olur. "Düşündüğüm hediyeyi almadım" diye üzülürüm. "En iyisi, hediyeyi almak" dedim. Demesine dedim de, üzerimde pek fazla para da yoktu. Yüz dolar kadar bir nakit var. Kazağı alacak olursam yemek için para kalmayabilirdi. Sonunda "Bu kadar uzun düşünmeye gerek yok. O benim annem. Beş kuruşum da kalmasa, ona alacağım bir hediye onu mutlu edercekse, bu sıkıntıya katlanmaya değer" dedim ve mağazadan içeriye girdim.

Bu sene mor, gri siyah ve kırmızıya yakın pembe (siklamen pembesi deniyor herhalde) hakim renkler olmalı. Çünkü bu dükkanda başka renk görmedim. Genç bir tezgahtar kıza yaklaştım:

- Hanımefendi, annem için bir hediye almak istiyorum. Annem yetmiş yaşındadır. Bana önerebileceğiniz bir ürününüz var mı acaba?
- Sueter, kazak ne istersin?
- Kazak daha iyidir herhalde. Kazak olsun.

Hemen kazak reyonunu önüne gitti. Ben de peşinden onu izlemeye başladım. O zaman dikkatimi çekti. Bu kız çok güzeldi doğrusu. Ben bugüne kadar bu kadar alımlı ve gösterişli bir siyah bayan görmemiştim. Eline pembe renkli bir kazak aldı ve bana dönüp:

- Bu çok mu frapan olur?
- Sanırım o biraz genç işi.
- Bence de. Sence ne renk olsun?
- Açık kahverengi, gri ya da siyah olabilir.
- Bu nasıl?
- Bu gri rengi beğendim. Bir de kahverengi görebilirmiyim?
- Elimizde bu var.
- Yok, gri renkli olan daha güzelmiş. Onu seçiyorum.

Bu arada kızı süzüyorum. Saçlarını ince ince örmüş. Kısacık kesilmiş örgülü koyu kahve rengi saçları kulak memelerine kadar düpedüz duzanıyor. Sütlü çikolata renginde pürüzsüz bir cildi var. Yanakları biraz daha açık renk. Zeytin gibi kara gözlerini ortaya çıkaran, siyah ağırlıklı kirpik makyajı ile sıcacık bakıyor. Göz kapaklarına sürdüğü mor far, çikolata üzerinde böğürtlen kreması gibi tatlı ve hoş bir görüntü sergiliyor. Son olarak, dolgun ama çıkık olamayan, yeterince geniş, etli dudaklarına, kahverengiye çalan, koyu kırmızı ruj sürerek, güzelliğini usta bir ressam gibi sergilemiş. Gülümsediğinde genişleyen ve inci tanelerini sergileyen dudaklarından dökülen sözcüklerle, siyah olmasına karşın, çok düzgün bir İngilizce'yle konuştuğunu görüp şaşırıyorum. Bu alımlı kıza, saatlerce baksam usanmam. Bir kez Amsterdam'daki Van Gogh müzesinde, onun bir yapıtına böyle bakmıştım. İçten, duyarak.

Ben kasaya doğru yönelirken, o koluma girdi. Kadife gibi yumuşak bir sesle

- Benim adım Vanessia, başka birşey almak istemez miydin?

Bu ilgiye hayır demek olanaksız. İçimden "Ne kadar akıllı davranmışım. Tüm paramı yanıma almamışım. Yoksa buradan ne kadar çok, lüzumlu lüzumsuz bayan aksesuarı ile çıkardım" diye düşünüyorum. ABD'de bir satıcıya çok yakın olmak o kadar da iyi değildir. İşi önce gelir. Bir de bakmışsınız kaşla göz arasında, size tüm mağazayı satıvermiş.

Ben ödeme yaparken, o beni, saç tokalarının olduğu yere sürüklüyor.

- Annenin saçına takması için birşeyler almazmısın?

diye saç tokalarını gösteriyor. Hepsi genç işi. Doğal olarak düşünemiyor. Onların yaşlılarında da beyaz saçlılar var ama, o sanırım annemin saçlarının hep siyah olduğunu düşünüyor olmalı. Önerdiği her şey siyah saçla çok güzel gider. Bakıyorum olmayacak:

- İyi de, annemin saçları beniimkinden daha beyaz. Sanırım bunları kullanamaz.

diyorum. O zaman üstelemiyor. Gülümseyip yanımdan ayrılıyor. Kapıdan giren bir müşteriye yaklaşıyor. Kapıdan giren bayanın elinde harita var. Haritada bir yeri uzun parmaklarıyla gösterip, müşteriye yardımcı olmaya çalışıyor.

Ben elimde annem için aldığım kazak poşeti, gülümseyerek kendisine selam verip, mağazadan çıkıyorum.

Elimdeki poşetle biraz daha bu kaldırımda yürüyüp, ışıklardan karşıya Macy's mağazasının önüne geliyorum. Mağazanın önündeki arabaya yaklaşıp orta boy kahve bardağı istiyorum. Bana bardağı veriyorlar. Termosların başına gidip alacağım kahveyi seçiyorum. "Colombia Kahvesi" en çok hoşuma giden. Bir değişiklik yapsam bu kez "Fındıkla kavrulmuş kahve mi içsem?" dedikten sonra yine "Colombia kahvesine" takılıp bardağımı dolduruyorum.

Bir elimde kahve bardağım, bir elimde poşet, masalara doğru yaklaşıp, biraz duruyorum. Genelde iyi giyimli, orta yaşlı baylar ve bayanlar. Masa başına oturmuşlar, sigaralarını içiyorlar. Bir masada bir bey var. Sigarasından son nefesi çekiyor. İşaret edip masasına oturup oturamayacağımı soruyorum. Eliyle reverans yapar gibi boş sandalyeyi gösteriyor ve başıyla beni buyur ediyor. Masaya yaklaştığımda kahveyi dökmemek için masaya bırakırken, o sigarasını söndürüp:

- Ben kalkıyordum. Siz buyurun. Burada oturun diyor.

Sandalyeye oturup bir sigara yakıyorum. Hava sıcak. Açık havada kahvemi yudumlayıp, sigara içmek çok güzel diye düşünürken yoldan geçenlere bakıyorum. Bir de önümdeki masada oturan insanlara. Önce sıkılarak masaya ilişiyorlar. Sonra, siyah deri çantadan sigaralarını çıkarıp yakıyorlar. İlk nefesi çektikten sonra o sıkılganlıkları gidiveriyor. Hemen masadakilerle söyleşiye başlıyorlar. Yoldan geçen gençlere bakıyorum. Çoğunluk siyah elbiseli. Siyah, teni beyaz olana da, esmere de, siyah tenliye de çok yakışıyor. Herşeyden önce ince gösteriyor. Onlara soyluluk veriyor. Artık o şişman Amerika'lılar ortada pek görünmüyorlar. Gençlerin arasında öyle aşırı kilolu pek yok gibi. Bazı gençler ellerinde sigara hem yürüyor, hem sigara içiyorlar. Yolda yürürken sigara içmeyi pek sevmediğim için yadırgıyorum. Ben sigarayı içmek için değil de, keyif almak için içmek isterim. Eskilerin, kahvenin önündeki küçük hasır tabureye oturup, nargilelerini fokurdatırken boğazın suyuna, o koyu maviliğe baktıkları gibi keyif almak isterim. Yoksa sigara içmek için içilmemeli. O zaman onun tutsağı olmuşsunuzdur. Keyif alıyorsanız, içki de içersiniz sigara da. Gereksinim oldu mu, hepsi de sakıncalıdır.

Ben böyle düşünürek, çevreme bakarken sigaramı yarıya kadar içmişim. Bu ara önümdeki bayanın yakasındaki pembe kurdele dikkatimi çekiyor. İkiye katlanmış kurdelenin üzerinde küçücük bir bronş. Siyah ceketin yakasında çok güzel duruyor. Ne şıkır şıkır altın, ne de bir ziynet eşyası. Kısacık pembe kadifeden bir kurdele.

Yoldan geçmekte olan bir bayan, yanımdaki boş sandalyeye doğru yürüyor:

- Oturabilir miyim?

Devraldığım biçimde, elimle reverans yapıp, boş sandalyeyi göstererek, buyur ediyorum. O sıra bakıyorum ki sigaramdan bir kaç nefes çektikten sonra, ben de kalkabilirim. Böylece burada oturan bayan, rahatça sigarasını içer. Ben böyle düşünürken, masaya oturan bayan kül tablasını tutup, geriye, masanın arka tarafına doğru kaydırıyor. Ne yaptığını anlamaya çalışarak yüzüne bakıyorum. Şaşırtacak kadar güzel. Bizim Akdeniz ülkelerindeki bayanlar gibi siyah saçlı. Üzerindeki giysilerde siyah renk hakim. Beyaz ten rengi ile soylu ve alımlı bir görünüşü var. Ama yüzünü iyice buruşturuyor. Kül tablasının görüntüsündeki çirkinlik yansıdı yüzüne. Elinde tutuğu kül tablasının durumu hiç de iç açıcı değil. İçinde çeşitli türden izmaritler birikmiş. Biri iyi söndürülmediği için kendi kendine yanıp, duman ve katran kokusu saçan bir sigara. Kızcağızın midesi bulandı. Hemen Türkiye'yi anımsıyorum. Bizde bu kül tablası böyle durmaz. İki sigarayı aynı kül tablasına söndüremezsiniz. Hemen biri gelir, temizler onu. Hep pırıl pırıldır. Buradakilerin durumu, içler açısı. Pislik simgeliyor. Kızcağızın midesinin bulanması kadar doğal hiçbirşey olamaz.

Bu ara yerde, kaldırım taşlarına gömülmüş pirinç bir yazı gözüme ilişiyor. Yazının harfleri yoldan geçenlere dönük. Tersten bakıyorum. Üzerindeki ilk sözcük burasının bir özel alan olduğunu söylüyor. Merak edip ayağa kalkıyorum. Yazının karşısına geçip okuduğumda, bu alanın topluma ait bir yer olmadığı, özel mülk olduğu, üzerinde, mülk sahibinin istediği gibi davranılmasının kimseyi ilgilendirmeyeceği gibi sözler yazılmış. O zaman bu alanın ne olduğunu anlıyorum. Burası sigara içenlerce korunmaya çalışılan bir "Kurtarılmış Bölge". Buraya sigara içmek için gelenler, hep iyi giyimli orta yaşlı insanlar. Sigara içtikleri için aşağılanıyor olmalarını, protesto etmek için burada oturup, gerek duysalar da, duymasalar da sigara içiyorlar. Belli ki burada sigara içtikleri ve gençlere kötü örnek oldukları için daha önce sigara içmeyenlerle oldukça önemli kavgaları olmuş. Yerde kaldırıma gömülmüş bu pirinç yazı da, bu nedenle buraya bir kitabe gibi çakılmış.

Yanımda oturan güzel bayana dönüp muzip bir gülümseme ile cebimden çıkarttığım sigara paketini uzatıp:

- Bir sigara içmez misiniz?

diyorum. Bayan çok şaşırıyor. Hiç sigara içmediğini ve sigara içenlerden de nefret ettiğini söylüyor. O zaman yabancı olduğumu, buaraya birkaç gün için gemiş olduğumu söylüyorum. Dilim döndüğünce bir şey anlatmak istediğimi, yabancı dille konuşmak zorunda olduğumdan hata yaparsam beni bağışlamasını söyleyerek söze başlıyorum:

- Yıllar önce İkinci Dünya Savaşında Amerika'lılar Alman'lardan geri aldıkları her kente girdiklerinde, halka ciklet ve sigara tuttular. İşgal altında yaşamış bu insanların acılarına sürülen bir ilaç gibiydi bu sigara. O günkü Amerika'lı gitmiş, bugün sigara içtiğinden utanan sıkılan, paketini saklayan Amerika'lı gelmiş. Bir de sigara içenlere saldıranlar. Ne oldu? O Cömert, sevecen Amerikalı'ya ne oldu?

diye soruyorum. Birden benim sözlerimden rahatsız oluyor. Çevredeki masalarda oturanlar da bize dönüyorlar. "İşin sonu neye varacak" diye merak içindeler. Artık sigaram bitmiş olduğu için ortalık fazla karışmadan, ayrılmam gerektiğini söyleyip özür dileyerek oturduğum yerden kalkıyorum. Kaldırıma doğru yürüyorum. Bir ara geri dönüp arkama bakıyorum. Kocaman açılmış kara gözleriyle, hayretle bana bakan kızcağızı görüyorum. Onu şaşkınlığı içinde masada bırakıp otelin yolunu tutuyorum.

Ülkeme geri dönerken, bu güzel ülkede içtiğim son kahvenin boşalan bardağını çöp sepetine atıp, kitabımı çıkarıyor, okumaya başlıyorum. Burada aldığım bir kitap. En çok satılan ilk on kitaptan biri. Amacım Amerika'lılar ne tür kitaplar okuyorlar. Neye ilgi duyuyorlar onu öğrenmek...

Biraz sonra körüğün kapısı açılıyor. Yerimden kalkıp uçağa yürüyorum...

BATIDAN DOĞUYA GÖRECELİK

Bu kez yazılacak fazla birşey yok. Yalnızca şu görecelik kuramını yeniden okumaya başlamam gerekecek. Herşeyi unutmuşum. Dönüş yolculuğu başladığında kaptanımız, dokuz saat sürecek yolculuktan söz etti. Doğudan batıya giderken oniki saat sürüyor. Batıdan doğuya giderken daha az sürüyor bu yolculuk. Çok tuhaf...

Neden kafamın karıştığını bir örnekle anlatmak istiyorum. Hani hepimizin o ilkokul dönemlerinden beri matematik derslerinde çözmeye çalıştığımız bir problemi vardır. Aynı yönde giden araçların birbirini yakalaması, ya da karşı yönden gelen araçla karşılaşılması üzerine yazılmış bir çok problem. Şu küçük çocukların rüyalarına kabus gibi girip onları korkutan problemler. Tüm eğitim yıllarımız boyunca bu problemi önce dört işlem kullanarak, sonra biraz fizik bilgisi katarak, hız problemi biçiminde, sonra cebir bilgisini ekleyerek, "katıksız matematik" kuralları ile denklemler kurarak çözdüğümüz problemler. Yaşadığım bu olayı, buradaki problemleri kullanarak örneklemeye çalışacağım. Sanırım sonunda sizin de kafanız karışacak. Ben bir türlü anlamıyorum. Ya bana tüm orta öğrenim boyunca öğretilenler yanlış, ya da bu kıtalar arası uçuşlarda benim bilmediğim, kuramsal olarak anlatamadığın bir gerçek var. Neden bunu zamanında, kolay öğrenmeye eğilimimiz varken doğru dürüst anlatmazlar da, böyle yıllar sonra, bizim kafamıza takılıp kalınca çözümü bulabilmek için o tozlu kitaplara geri dönmek zorunda kalırız bilmiyorum. Oğlum daha küçük. Onun ders kitaplarını kurcaladım. Acaba böyle bir örnek var mı? diye. Ben bulamadım. Sanırım siz de bulamazsınız. Bu konu çok gizlilik gerektiriyor olmalı ki hiçbir yerde yok. Ancak Üniversitede konusu geçiyor. O da teknik eğitim görürseniz. Merak ediyorum bu devlet sırrından da önemli mi acaba? Çünkü Devlet Sırrı olsa eninde sonunda onu herkes, bir gün, bir yayın organından kolaylıkla öğrenebiliyor.

Problemimiz iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde olay şöyle:

Yolda araba kullandığımızı düşünelim. Biz 100 km hızla giderken karşıdan bize doğru gelen araç da 100 km hızla gelsin ve aramızda 100 km uzaklık olsun. Ellinci kilometrede, karşı karşıya geliriz. Yani yarım saat sonra kafa kafaya gelmişiz demektir. Yolculuğumuz yarım saat sürer.

İkinci bölüme geçiyorum hemen. Araçların yönlerini değiştireceğiz ve biri diğerinden biraz hızlı olacak. Yoksa ikisi de aynı hızda olurlarsa birbirlerini hiç yakalayamazlar.

İki araç bu kez aynı yönde gidiyorlar. Biri 100 km hızla gidiyor olsun, problemi basite indirgemek için diğerinin de 150 km hızla gittiğini düşünelim. İki araçın aralarında da 100km uzaklık olsun. İkinci araç (daha hızlı olan) birinci aracı ancak iki saat sonra yakalar.

Bu örneklere göre, eğer biz İstanbul'dan Chicago'ya 12 saatte gidiyorsak ve dünya batıdan doğuya döndüğü için Chicago bize doğru yaklaşıyorsa, bu süre batıdan doğuya yani Chicago'dan İstanbul'a yolculuk yaparken (İstanbul sürekli bizden uzaklaşmaya çalıştığı için) çok daha uzun (yaklaşık 24 saat) sürmesi gerekirken, gerçekte çok daha kısa sürüyor. Bir başka etken daha olmalı, ya da ben, bazı bilgileri tümüyle unuttuğum için bilmeden gerçeği çarpıtıyorum.

Belki de siyaset yapıyorum. Ne de olsa, bu konuda günlük yaşamdan oldukça çok deneyimim var. Acaba bizim siyasiler de böyle öğrendiklerini unuttukları için konuları saptırarak mı siyaset yapıyorlar?

YAŞLI BİR ANANIN ÖZLEMİ

Uçakta yerime oturduktan sonra sabırla yolculuğun başlamasını beklerken, hostes hanımların, yaşlı bir kadınla yakından ilgilendiklerini gördüm. İlk aklıma gelen bu yaşlı hanımın, hostesler tarafından tanınan birinin yakını olabileceğiydi. Yakınları, yaşlı bayanın yalnız başına yolculuk etmesinin sakıncalı olabileceğini düşünmüş, hosteslerden yardım etmelerini, ilgi göstermelerini istemiş olabileceğini sandım. İlginin çokluğu karşısında, bayanın önemli birinin yakını olabileceği geldi aklıma. Sonra yaşlı bayanın yakınlarına kızdım. "Dil bilmez, yol bilmez. Bu insanları neden böyle yalnız başına yollara çıkarırlar" diye söylenmeden edemedim.

Uçak havalandıktan sonra, her geçişlerinde, hosteslerin yaşlı bayana gösterdikleri ilginin artması, onunla konuşmaya çalışmaları, benim de ilgimi çekti. Merak etmemek elde değil. Bayanı süzmeye başladım. Yaşlı ama saçını başını örten türden değildi. Konuşması yaşı gereği biraz titrek. Konuşurken sözcükleri bir araya getirecek enerjiyi zorla topluyor gibi ama, cümlelerini çok düzgün bir Türkçe ile kuruyordu. Aksanı da düzgündü. Ona duyulan ilgi her geçen hostesle biraz daha artmaya başlayınca, benim de merakım çoğaldı. Sormak istiyorum hosteslere, bu bayana gösterdikleri ilgi nedenini. Kimin nesi acaba? Bir olasılık daha var. Sordukları sorulardan çıkarabildiğim kadarı ile onu hiç tanımıyor da olabilirler. Sevgi ile yaklaşıp ona yardımcı olmaya çalışıyorlardır yalnızca. Eğer bu olasılık geçerli ise, o zaman çok soylu bir davranış sergiliyorlardır. Bu davranışlarını kutlamak istiyorum. Sıradan bir vatandaş olarak. Amacım bu saldırgan dünyada, hala gereksinimi olana, sevgi ile kuçak açanları kutlamak. Onların gösterdikleri içten sevgiyi desteklemek. Hem de yürekten...

Önceki günden kalan olayları yazarken, hostes bayanlardan birinin önümdeki yaşlı bayanla yaptığı konuşmaya kulak kabartıyorum. Başkalarının konuşmalarını dinlemek pek hoş bir davranış değildir bilirim ama, bu kez meraklandım bir kere. Kendimi alamıyorum. Bu davranışın altında yatan öyküyü öğrenmek istiyorum. Hostes bayan, yaşlı hanımla konuşurken kendilerini dinlediğimin farkında olduğunu, arada gözlerini bana dikerek, belli ediyor. Ancak onları tedirgin edecek bir davranışım olmadığı için ses çıkartmıyor. Hostes bayan yaşlı hanıma soruyor:

- Kaç yıl kaldın Amerika'da?
- Üç yıl.
- İngilizce'yi orada mı öğrendin?
- Kendiliğinden oldu.
- Üç yılda mı?
- Üniversitede. Ben iki Üniversite bitirdim.
- İki Üniversite mi bitirdin?
- Biri Türkiye'de diğeri Amerika'da.
- Türkiye'de nerede okudun?
- Filolojiyi bitirdim. Amerika'da Linguistik okudum.

Yazmakta olduğun cümleyi kesip, hayretle kafamı kaldırıyorum. Hostes hanımla göz göze geldiğimde, aynı hayreti onun gözlerinde de görüyorum. Merakım artık son sınıra dayandı. Hostes hanım göz kapaklarını kapatıp açarak, benim hayretimi destekliyor. Kendi duyguları da aynı. Dayanmıyorum. Hostes bayanın arkasından gidip uçağın arkasındaki mutfağa geçiyorum ve merakla soruyorum:

- Tanıyormusunuz bu bayanı?
- Hayır, huzur evinde yaşıyormuş.
- Daha önce onu siz mi götürdünüz?

Ben bir ay önce, ya da bir hafta önce Amerika'ya götürmüştük demelerini bekliyorum.

- Hayır. Üç gün önce getirmiştik. Şimdi geri dönüyor.

Ben bir haftada hurda yığınına döndüm. Tüm biyolojik yapım karma karışık oldu. Bu yaşlı bayan nasıl dayanabiliyor anlayamıyorum. Konuyu açmak için:

- Ben de sizin daha önceden tanıdığınız biri sanmıştım. Çok ilgi gösterdiniz de demekten kendimi alamıyorum.
- Hayır. Bugün havaalanında görünce biz de çok şaşırdık. Chicago'da görevli arkadaşlar otele yerleştirmişler. Üç gün sonra geri dönüyor işte.

Bana bu açıklamayı yapan hostes hanım arkadaşlarına dönüp:

- İki üniversite bitirmiş

diyor ve desteklemem için bana dönüp:

- Siz de duydunuz.

diyor. Diğer hostesler doğru olabileceğini, İngilizce'sinin çok iyi olduğunu söylüyorlar. Havaalanında polislerle konuşurken duymuşlar. O zaman aralarına girip bildikleri kadarı ile bu öyküyü başından öğrenmemin çok iyi olacağını düşünüyorum. Onlardan bu konuda bildikleri herşeyi öğrenmeye çalışıyorum.


Her genç gibi Atife Hanım, gençlik yıllarının baharında sevdiğini sandığı arkadaşıyla yaşamını birleştirir. Bu evliliğin sonunun böyle olacağını bilse, biri çıkıp kulağına fısıldamış olsa, bu evliliğe giden ilk adımı hiç atmazdı.

Karı koca birlikte, her gencin hayal dünyalarında yaşattığı Amerika'ya, yeni yaşamlarını sürdürmek için giderler. Burada evliliklerinin ürünü bir çocukları olur. İlk çocuklarına, her aile gibi özen gösterirler. İsterler ki o, çok iyi yetişsin. En iyi kültürle donatılsın. Yaşıtlarından daha iyi olsun. Karı koca çocuklarına verebileceklerinin hepsini sunmaya başlıyorlar. Atife Hanım kazançları "Daha çok olsun" diye işe girmeye çalışyor. O zaman Türkiye Üniversite'lerinde okutulan dersler ABD Üniversite'leri tarafından kabul edilmediği için diploması geçerli olmuyor. İyi bir işi olsun diye ABD'de yeniden okumaya başıyor. Daha genç olduğu için bunu yapabilecek gücü buluyor kendinde.

Tüm iyi niyet ve özveri, ileriye ve iyileşmeye yönelik istekler, birbirlerinde ayrı koşullarda yetişmiş bu gençleri, çocuk olmasına rağmen, bir arada tutamıyor. Ayrılmak zorunda kalıyorlar.

Atife Hanım üç yıllık deneyimden sonra, Amerika'dan ülkesine geri dönüyor. Yapamıyor oralarda. Artık Türkiye'dedir. Oğlu ABD doğumlu olduğu için her zaman o ülkenin vatandaşı olarak ABD'ye yerleşebilecektir. Onsekiz yaşına gelince oğlu ABD vatandaşı olmaya hak kazanıyor. Atife Hanım, okuması için oğlunu ABD'ye gönderiyor. Amacı, onun en iyi eğitimi alması. Türkiye'deki tüm mal varlığını para dönüştürüp ve ABD'den bir ev satın alıyor. Kalan para da çocuğun okul harcamalarına gidiyor.

Aradan yıllar geçiyor. Atife Hanım, öğretmenlikten emekli olunca, kendi başına yaşamın sorunlarını kaldıramadığı için çevresi tarafından, huzur evine yerleştiriliyor. Türkiye'de gelecek için elinizde hiçbirşey yoksa, yakınlarınız size bakmazlar. Eh, emekli maaşı da öyle ahım, şahım bir gelir değildir. Sizi kendi başınıza bir çatı altında yaşatmaya yetmez. Bu durumda huzur evine taşınmak ve yaşlılığın son günlerini bu kurumların desteği ile sürdürmek en iyisidir.

Yaşlı Atife Hanım artık huzur evinde, yaşıtları ile yaşamının kalan günlerini doldurmaya çalışmaktadır. Oğlu Amerika'ya yerleşmiştir. Oğlunun kendi kendine yetmeye çalışması dışında, Türkiye'deki annesine bir desteği yoktur.

Bir gün huzur evine bir haber gelir. ABD polisi oğlunun ruhsal dengesinin bozulduğunu ve bunalım içine düştüğünü bildirmektedir. Huzur evi anneye dar gelir. Biricik oğlu yaban ellerde yalnız başına ve yardıma gereksin duymaktadır. Aynı annesi gibi duygusal olduğundan, yalnızlığa dayanamamış bunalıma girmiştir. Buralarda beklemek yerine, oğlunun yanına gitmek ve ona destek olmak, yalnız başlarına sürdükleri yaşamı birbirlerine destek olarak beraberce sürdükmek en iyisidir der. Bulup buluşturur, yol parasını denkleştirir ve ayağını sürüyerek yollara düşer. Bu arada eşyalarını, elbiselerini huzur evindekilere dağıtır. Küçük bir el çantası ile düşer yola. Ülkesinden kendine kalan son mal varlığıdır bu çanta...

ABD polis yetkilileri, oğlu ile görüşmesinin sakıncalı olduğunu, annesini görünce bunalımın artacağını söyleyerek, biricik oğlu ile görüşmesini istemezler.

Yaşlı Atife Hanım, Chicago'da, bir sonraki uçağa kadar bir otelde misafir edilir.

Üç gün sonra, bir kez daha geriye ülkesine dömektedir. Kalbinde hüzün ve göremediği oğlunun artan hasreti ile...


Atife Hanım uçaktaki hosteslere öyküsünü anlattıktan sonra:

- İnsan ne olacağını bilemiyor. Kader böyleymiş ne yapayım.

derken yüreğindeki acıyı dağlamaya çalışmaktadır.

İkinci kez, büyük umutlarla gittiği Amerika'dan ayrılıp, Türkiye'deki huzur evine, dönüşünü sürdürmektedir.

 

This topic was modified 2 years ago 2 times by Anonymous
 
Posted : 05/04/2022 11:49 pm